Translate

29 Haziran 2021 Salı


I.MEŞRUTİYET DÖNEMİ



                  



Nagihan BİLGİN

Meşrutiyet Kavramı ve Yasama Geleneği


Hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halkoyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimidir. Arapça şart kökünden türemiş olan meşrutiyet 19. asırdan itibaren Osmanlı Devleti'nde meclisli saltanat-hilafet anlamında kullanılmıştır. Daha genel ifadesiyle; meşrutiyet, bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan yönetim biçimidir Yakınçağ Türk tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olan II. Meşrutiyet, daha önceki yenileşme ve modernleşme çabalarının devamı olarak algılanmalıdır. Lale Devri ile başlayıp Tanzimat, Islahat ve I. Meşrutiyet dönemleriyle tamamlanan bu hareket, uzun soluklu batılılaşma serüveninin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Tanzimat idare sisteminde halkın can ve mal güvenliğini muhafaza etmeye yönelik hukuki önlemlerin alındığı görülmektedir. Ekonominin geliştirilerek kanunlarla teminat altına alınması son derece önem arz etmektir. Devletin genel tutumu ele alındığında yaptığı girişimlerin kanunsuzluklara ve suiistimallere son verilmesi yönünde önlemler aldığı çok açık. Bu amaç doğrultusunda teşekkül ettirilen yapı Osmanlı Devleti’nde parlamento sisteminin temel kolunu oluşturmuştur. Bu bağlamda değerlendirildiğinde II. Mahmud devrinde icraatın denetlenmesi ve idari sistemin düzgün bir biçimde işlemesi amacıyla Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye vücut bulmuştur. Önemli yetkilerle donatılan bu meclisler padişahın gölgesi niteliğindelerdi. Söz konusu meclislerin kararları dönemin iktidar gücü tarafından destek görerek uygulanmıştır. Bu meclisler hukuki atılımların bir nevi ön görüsü niteliği taşımaktadır. İleride teşkil edilecek Osmanlı parlamentosu için Osmanlı Devleti’nde bir geleneğin yerleşmesini sağlamışlardır.

Tanzimat devrinde başlayan bu idari yapılanma süreci, başvurulan kurumların sayısının artmasına sebebiyet verdi. Bu süreç beraberinde yeni danışma kurumlarının meydana çıkmasına neden oldu. Görev yükünü paylaşma namına küçük çaplı mekanizmaların vücut bulması yasama ve yargı geleneğinin hızlı bir biçimde gelişmesinin önünü açmış bulunmaktadır. 1839 tarihinden itibaren devlet yapısında kuvvetler ayrılığının olduğu göze çarpmaktadır. Bab-ı Ali icra kuvvetini kullanma da nisbi bir bağımsızlık kazanabilmiştir. Bu ihtisaslaşma sürecinde 1868 yılında teşkil edilen Şura-yı Devlet meşruti rejime gidişte önemli bir safha olmuştur.


Meşrutiyet Öncesi Siyasi Gelişmeler


19. yüzyıl temel alındığında siyasi ve ekonomik olarak batılı devletlere nazaran oldukça zayıf bir konumda olduğu görülmektedir. 1856 da ise Paris Antlaşması görüşmelerine paralel olarak ilan ettiği Islahat Fermanı ile Osmanlı imparatorluğunda yaşayan azınlıklara çeşitli siyasi sosyal haklar tanındı. Bu bağlamda balkanlarda ki mevcut olan topluluklar bağımsızlık gibi ideolojik fikirler doğrultusunda devlete isyan teşebbüslerinde bulundular. Bu isyan sürecinde dışarıdan gelecek her türlü yardımı da göz ardı etmediler. Bu mevcut isyanlar kontrol altına alınmaya çalışılırken zaman zaman dış güçlerle karşı karşıya gelinmiştir. Dış güçler Osmanlı İmparatorluğunun uyguladığı siyasi stratejiyi sert bulmuşlardır. Bu hususta Osmanlı imparatorluğunu sık sık uyarmışlar yeni idari hukuk sisteminin oluşması için sıkıştırılmıştır. Siyasi ortam bu denli karışık iken Osmanlı devleti içerisinde yeni bir kavram olan “meşrutiyet” idaresini talep eden ideolojik bir grup ortaya çıkmıştı. “Yeni Osmanlılar” olarak bilinen bu grup Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi gazeteci, yazar ve düşünürlerle Mustafa Fazıl Paşa ve Mithat Paşa gibi devlet adamlarının fikirleri etrafında örgütlenmişti. Bu gruba V. Murat da dâhil olmuştur. Düşüncelerine göre; Osmanlı İmparatorluğu da Dış güçler gibi anayasalı ve bir mevcut meclise sahip olan yürütme sisteminin kurulması idi. Bu düşüncenin altında yatan fikir Batılı devletlerin baskısını bir nebze keserek eski gücüne kavuşmak olabilir. Meşrutiyet idaresini istemeyen Sultan Abdülaziz 1876 yılında tahttan indirilerek yerine V. Murat padişah yapılmıştır. Mevcut padişahın ruh sağlığının el vermemesi neticesinde saltanat değişikliğine başvurdular. Olaydan üç ay sonra ise II. Abdülhamit saltanat tahtına getirilmiştir. Rusya, İngiltere, Fransa gibi batılı güçler Balkanlardaki söz konusu ıslahatı görüşmek amacıyla İstanbul Konferansı’nın hazırlarını düzenlemekteydiler. Mithat Paşa başta olmak üzere birçok yetkilinin düşüncesi; padişahın atayacağı kişilerle Müslüman ve Gayrimüslim halktan seçilerek meydana gelecek federal bir meclis Osmanlı için kurtarıcısı olma ihtimali idi. Toplanacak olan devletlerarası konferansa böyle bir meclis ve anayasa ile çıkmak, üç devletin diplomasisinin amacını boşa çıkarmak olacaktı. Mithat Paşa bu nedenle Kanun-i Esasi’nin bir an önce hazırlanması için acele etmekteydi. Padişah’ın Tanzimat Fermanı gibi yasal düzenlemelere aykırı olarak faaliyetlerde bulunması ülke içinde yeşeren farklı düşünürleri tetikledi. Avrupa’da eğitimlerini tamamlamış olan Genç Osmanlılardan birkaçı ilk defa siyasi bir teşkilat haline gelerek bu tutum karşısında mücadele etmelerine sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda açılan meşrutiyet ve hürriyet bayrağı birçok insanı etkilemiştir.1860’larda Paris ve Londra’da; anayasa, parlamento gibi kavramları seslendiren Genç Osmanlılara rastlanıyordu. Bu bağlamda ortaya çıkarılan Jön Türk dergisi bu idealiler çerçevesinde şekillenmişti. Batı devletlerinin siyasi sosyal düzenlemelerindeki etkisindeki aydınlar özgürlük talep etmiş ve anayasal bir düzen içerisinde idare edilme taleplerini daha sesli hale getirdiler. Bu yolda mücadeleye başlamışlardır. Akçura bozulan bu siyasi düzeni tekrar sağlamak üzeri izlenilmesi için üç siyasi yol önerisinde bulunmuştur: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Ziya Gökalp ise Garplılaşmak, İslamlaşmak ve Türkleşmekten söz etmiştir. Bu aydınlar sürekli devlet nasıl kurtarılabilir yâda düzgün bir yasama organı nasıl oluşturulabilir gibi sorulara cevap aramış önerilerini de bu uğurda sunmuştur. Ortaya çıkan bu oluşum “İttifak-ı Vatan Cemiyeti” adı altında kuruldu. Dönemin iki padişahı olan Murad ve Abdülhamit cemiyete ilgilerini esirgemediler. Çalışmalarını dönem dönem Paris’e giderek yapan bu toplulukta bir süre sonra maddi desteğin kesilmesi onları derinden sarsarak yeni bir basın organı üretmeye itmiştir. Oluşturulan bu topluluk, başta Namık Kemal olmak üzere Meşrutiyetin varlığının ülkede etkin bir şekilde yerleşmesini istiyorlar ve ellerinde bulunan sınırlı imkanlarla bu uğurda mücadele ediyorlardı. Topluluğun üyelerinin yöntemleri birbirinden farklı bir biçimde konumlanmış olsa da amaçları aynıydı. Namık Kemal yazılarında kendisi başta olmak üzere toplulukta bulunan arkadaşlarının amacının parlamento rejimini oluşturmak istediklerini sık sık beyan etmekteydi. Burada en dikkat çekici husus Namık Kemal ve arkadaşlarının oluşturmak istedikleri düzen ile ilgili olan kısımda bulunmaktadır. Batı’daki mevcut düzeni olduğu gibi aktarma niyeti taşımıyorlardı. Genç Osmanlılar batıdaki kurumların olduğu gibi Osmanlıya aktarılmasına birebir şekilde kullanılmasına karşıydılar. Doğu ile Batı arasındaki uçurumu bir nebze de olsa yumuşatma niyeti taşıyorlardı. Kurulacak meclis için aydınlar farklı görüşler taşıyordu. Namık Kemal’in kurulmasını önerdiği düzenin ayrı ayrı görevleri bulunan üç teşkilât istiyordu. Bunlar: 1- Meclis-i Şurayı Devlet 2- Meclis-i Şurayı Ümmet 3- Senato’dur. Böylelikle Osmanlı idaresi içerisinde ilk defa bir yasama- yürütme gücünün varlığının denetimi konusunda Meşrutiyet yönetiminin kurulması isteğini açık olarak ortaya konuluyordu. Meşrutiyete geçişi kolaylaştıran önemli hususlar arasında basının yeri yadsımaz derecede önem arz etmiştir. Bu fikirlerin geniş halk kitlelerine duyurulması ve taraftar toplamaları açısından önem arz etmektedir. 


Genç Osmanlılar öyle tertipli düzenli bir teşkilat yapısına sahip bir oluşum değildi. İktidara gelmek içinde bir girişimde bulunmadılar. Onlar fikirlerini basın-yayın organları aracılığıyla aktarıyorlardı. Hürriyet ve meşrutiyet gibi kavramlar hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştı özellikle 1867-1875 tarihleri temel alındığında yoğun bir düşünce sistemi hakim diyebiliriz. Kanun-ı Esasî programı ile ortaya atılan Genç Osmanlılar Cemiyeti henüz etkisiz kuruluştu. Kimi zaman bu oluşumlar halkta ve iktidarda olası bir hükümet darbesi düşüncelerini yeşertmeye başlamıştı. Fakat yukarıda değindiğimiz gibi bu topluluk teşkilatlı bir yapıda değildi. Abdülaziz’in de tahttan öyle birden bire indirilmesi de kolay bir olay değildir. Halkın da herhangi bir ayaklanma tertip etmesi de olası değildi. Lakin medrese öğrenim gören öğrencilerin bir ayaklanma başlatması icabında halkında buna destek vermesini sağlayabilirdi. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’ya karşı olan devlet adamları bu düşünce ile medrese öğrencilerini isyana teşvik ettiler. Bu teşvik neticesinde 11 Mayıs 1876 tarihine tekabül eden zaman diliminde medresede öğrenim gören öğrenciler derslerini boykot ederek bir ayaklanma başlattılar. Bu ayaklanmaya bazı halktan kesimde destek vermişti. Öfkeli bir biçimde Bab-ı Âli’ye doğru yürüyen kalabalık Padişah’tan Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi’nin azlini istediler. İstekleri kabul edilmişti. Bu olay “Softalar Kıyımı” olarak bilinmektedir. Gerçekleşen bu olay Padişahı endişeye düşürmüştü. Sultan Abdülaziz’in Rusya’ya yakın siyasi ilişkiler kurması diğer batılı devletlerin memnuniyetsizliğine yol açtı. Özellikle İngiltere’nin öfkesine sebebiyet vermişti. 1867 tarihinde Londra’da bulunan Abdülaziz’e eşlik eden Murat Efendi’nin tavırları ve sözleri İngilizlerin güven ve sevgisini kazanmıştı. Padişahın tahtından indirilerek şehzade Murat’ın iktidara geçmesinin İngiltere tarafından destek bulacağını ifade etmiştir. Padişah böyle bir sonuç ile karşılaşmamak amacıyla Midhat Paşa’dan bir lâyiha hazırlamasını istedi. Bu layihalar ülkenin içinde bulunduğu siyasi konum ile ilgiliydi. Ülkedeki huzursuzluklara bir nevi çözüm üretme amacı taşıyordu. Midhat paşa bu sorunların çözümü için anayasa düzenin olması gerektiğine işaret ediyordu. Fakat oluşturulan bu layihalar ve öneriler padişah tarafından dikkate alınmadı. Eski siyasi düzende devleti yönetmeye devam etti. Fakat Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin verdiği fetvaya dayanılarak 30 Mayıs 1876 tarihinde kararlaştırılan günden iki gün önce tahttan indirilerek yerine Şehzade Murat tahta oturdu. Üç ay gibi bir süre zarfında iktidarda kalan V. Murat aydınların ve devlet adamlarının istediği düzeyde reformları gerçekleştirebilecek bir şehzade olmasına rağmen ruh sağlığı bozulduğu için tahttan indirildi. Bu padişah değişikliği Kanun-ı Esasi’nin ilanını geciktirdi. II Abdülhamit istenilen mevcut siyasi düzeni sağlayacağı yönündeki temkinleri üzerine 31 Ağustos 1876 tarihin de toplanan Vekiller heyeti Sultan V. Murat’ı tahttan indirerek yerine veliaht şehzade Abdülhamid’i tahtta çıkardı. Abdülhamit tahta geçtiği sürede balkanlarda siyasi karışıklıklar sirayet etmeye başlamıştı. Rus İmparatorluğu resmen Osmanlı devletine kesin uyarı vermişti diyebilir. Devletlerin Haliç Tersanelerinde bir araya gelerek Osmanlının artık bir reform çalışmalarına girişmesi gerektiği ve Balkanlardaki mevcut siyasi durumu tartıştılar. Bunun haricinde Rus İmparatorluğunda sık sık azınlıkları bahane ederek Osmanlı devletinin iç işlerine müdahalede bulunuyordu. Siyasi olarak devlet epey karışık bir haldeydi. Paşalar bu buhranlı durum karşısında Kanun-ı Esasi’yi bir an önce ilân etmekten başka çare olmadığını düşünüyordu. Abdülhamit siyasal bir hareketle 23 Aralık 1876’da Kanuni Esasi’yi ilan etti. Böylelikle I. Meşrutiyet dönemi fiili olarak başlamış oldu. Kanuni esasi padişahın yetkilerini sınırlandırıyor gibi görünse de istediği gibi sadrazamları atayı meclisi fes etme yetkisine sahip bulunmaktadır. Lakin burada en önemli husus hükümdarın birçok hakka sahip olmasına rağmen anayasa düzeninde Avrupa devletlerinin Osmanlı’nın iç düzenine nasıl sirayet ettiğini gözler önüne sermektedir.                                  



    Kanun-ı Esasi’nin Hazırlanması Rejimin Yeni Organları

                                

Kanuni Esasi’nin ilanından sonra asıl konu nasıl bir sistemde vücut bulacağı meselesi olmuştur. Genç Osmanlılar ve onların lideri durumundaki Midhat Paşa, hazırlanarak anayasanın, bir komisyon veya toplanacak olan Meclis-i Mebusan tarafından hazırlanacağını düşünmekteydiler. Midhat paşa ana yasa hazırlıklarına aslında hükümette yer almadan önce başladığı düşünülmektedir. Padişaha sunduğu belgeler bunu tasdik eder niteliktedir. Fransız, Belçika anayasaları temel alınarak düzenlenen layihaların padişah tarafından beğenilmemesi durumunu şöyle izah edebiliriz. Padişah bu meşrutiyet düzeninin sadece Midhat Paşaya atıf etmek istemiyor olabilir. Önce vücuda getirilen bu anayasa fikirlerinin devletin siyasi sosyal durumuna uyup uymadığı konusunda çeşitli analizler yapılmalıydı.“ Şer-î Şerife” aykırı olup olmadığını öğrenmek için, İslâm hukukçularında görüş istedi. Hukukçular bu hususa pek sıcak bakmamışlardı. Meclisin açılmasının çalışmaları tamamlanmasının ardından II. Abdülhamid 8 Ekim 1876 tarihinde sadarete ilettiği bildiride Kanun-ı Esasî’nin düzenleme ve meydana getirilme işini Midhat Paşa’nın başkanlığında kurulan bir komisyon verdi. Söz konusu olan bu komisyonda 28 üye görev almaktaydı. Üyelerden bazılar: Maarif Nazırı Cevdet Paşa, Nâfıa Nazırı Server Paşa, Fetva Emini Hadik Efendi, Hariciye Müsteşarı Aleksandır Efendi, Adliye Müşteşarı Vahan Efendi, Şuray-ı Devlet üyesi Ohanis Efendi daha sonraki yıllar temel alındığında aydınlıkçı düşünce sisteminin mimarları arasında sayılacak olan Namık Kemal’in de üye olarak atandığı görülmektedir. Midhat Paşa var olan siyasi karmaşa ve bir dize sorun beraberinde Kanun-ı Esasî ve Meşrutiyetin ilânını bir an önce gerçekleştirmek için çaba sarf ediyordu. Söz konusu üyeler arasında kendisi de dâhil olmak üzere meşrutiyete destek veren çok kişi kalmamış idi. Rüştü paşanın görüşü şu yönde idi. Kendisi bir anayasanın değil, köklü bir değişime yani derinden bir ıslahata ihtiyacın olduğunu düşünüyor ve bu uğurda hareket edilmesini istiyordu. Ahmet Vefik Paşa temel alındığında ise tamamen bir zıt görüşün hâkim olduğunu görmekteyiz. Kendisi tamamıyla meşrutiyetin aleyhinde yer almaktaydı. Meşrutiyet düzenini desteklemeyenlerin arasında olası bir siyasi karmaşa çıkarmak maksadıyla yer alan birçok ulema ve otoriter kimseler mevcut idi. Bu ulema ve farklı kesimden oluşmuş bireyler anayasa aleyhinde çeşitli propagandalar gerçekleştirmekte idiler. Bu anayasanın kâfir işi olacağı iddiasıyla bu duruma karşı idiler. Fakat bu oluşturulmuş zıt kutup temel alındığında Midhat Paşa bütün bu olumsuzluklara rağmen Kanun-ı Esasi’yi biran önce vücut bulması için çaba sarf ediyordu. Mithat paşanın biran önce anayasayı ortaya çıkarmasındaki temel husus Osmanlı imparatorluğunun içinde bulunduğu siyasi ve sosyal karmaşa içinde bunalıma yükleniyor oluşudur. Özellikle Hersek’te mevcut ayaklanmaların çıkması ve yayılarak Osmanlı imparatorluğuna da sirayet edecek bir hal alması Batılı devletin olaya el atmasına sebebiyet verdi. Bu uğurda İstanbul’da toplanan konferans meydana geldi. Konferansın açılış gününe rastlayan 23 Aralık 1876 tarihinde onaylanarak yürürlüğe girdi. Meşrutiyetin ilânı her sınıf hakta büyük sevinç yarattı. Anayasanın ilânına en çok memnun olanların başında, gayrimüslimler geliyordu. Her ne kadar ülke çapında geniş yankılar uyandırsa da bütün meselelere çözüm getirecek mahiyette değildi. Önemli olan husus ise onun ihtiyaç duyduğu kurumları biran önce inşa etmek ve hükümlerini uygulamaya koymak idi. Anayasa çerçevesinde birtakım çalışmalar yapıldı bu uğurda seçim bildiri olan “ Talimat-ı Muvakkate” hazırlığına girişildi. Lakin seçimlerin yapılışı ve Mebusan Meclisi’nin faaliyetlerini Midhat Paşa göremeyecekti. II. Abdülhamid’in Anayasaya koydurduğu 113. maddeye dayanarak ülke dışına sürgüne gönderildi. Meclis-i Mebusan Seçimlerin Yapılması Ve Meclis-i Mebusan’ın Açılışı 1876 Anayasasının kabul ettiği parlamentonu ismi “Meclisi-i Umumî’dir. Bu meclis, iki ayrı meclisten meydana gelmektedir. Bunlardan birisi “Heyet-i Âyan” diğeri de “ Heyet-i Mebusan” idi. Ülkemizde yapılan bu ilk seçimler “Talimat-ı Muvakkale” de yapılan 7 madde esasına göre yapılmıştır. Bu süre zarfında yapılan eylemler idare sistemi tarafından net bir karara tabii tutuldu. Kurulan bu meclisin en önemli özelliği ise çeşitli gruplara mensup insanlardan oluşması idi. Üyeler sorumlu oldukları bölgeler üzerinde çeşitli çalışmalarda bulunuyor mevcut düzenin sağlanması adına kanunun temsilciğini yapıyorlardı. Oluşturulan bu siyasi düzenleme çalışmaları bakıldığında Batı’yı örnek alan bir düzen amaçladığı ama esasen kopya olmadığı göze çarpmaktadır. I. Meşrutiyet’in en önemli özelliği hukuksal açıdan bir Anayasa’nın varlığından söz edilebilir bir hale gelmiş olmasıdır. Kanun-i esasi gerçek anlamda bir meşruti yönetim kuramamıştır. Fakat baskın tek elden yönetilen bir iktidar düşünce sisteminden çıkışı kolaylaştırmıştır. Bu nedenle iktidarın mutlak hâkimiyetinde olan Heyet-i Mebusan’ın seçimle meydana getirilmiş ilk Osmanlıya ait meclisin olması bakımından son derece önem arz etmektedir. Bu şekilde seçmenle, onun vekilleri arasında kurulan ilişki, milleti de bir siyasal varlık olarak anayasal sisteme katmıştır. Bu durumda padişahta siyasal sistemin mutlak ve tek egemeni olmaktan çıkmıştır. Ayrıca adı konulmasa dahi millet artık padişahın mutlak egemenlik hakkına rakip olmak üzere ortaya çıkmıştır. Halkın fiili olarak bu düzende bir etkisi bulunmamış ise de Tanzimat ile kıyasladığımız zaman ikna edilemeyecek durumda olan padişahın varlığı ve bunun dışında aydınların etkisinin oldukça fazla olması yukarı bir hareket neticesinde gerçekleştiği söylenebilir. Tanzimat temel alındığında bu mevcut durumun tam tersi bir olayı ifade etmektedir. Meşrutiyet düzenini farklı bir açıdan inceleyecek olursak batı idaresinden farklı olarak mutlak idareyi sağlamak yerine hukuk kuralları çevresinde halka eziyet etmeden hareket edilmesi niyeti taşıdığı görülmektedir.Oluşturulan bu siyasi düzenleme çalışmaları bakıldığında Batı’yı örnek alan bir düzen amaçladığı ama esasen kopya olmadığı göze çarpmaktadır. I. Meşrutiyet’in en önemli özelliği hukuksal açıdan bir Anayasa’nın varlığından söz edilebilir bir hale gelmiş olmasıdır. Kanun-i esasi gerçek anlamda bir meşruti yönetim kuramamıştır. Fakat baskın tek elden yönetilen bir iktidar düşünce sisteminden çıkışı kolaylaştırmıştır. Bu nedenle iktidarın mutlak hâkimiyetinde olan Heyet-i Mebusan’ın seçimle meydana getirilmiş ilk Osmanlıya ait meclisin olması bakımından son derece önem arz etmektedir. Bu şekilde seçmenle, onun vekilleri arasında kurulan ilişki, milleti de bir siyasal varlık olarak anayasal sisteme katmıştır. Bu durumda padişahta siyasal sistemin mutlak ve tek egemeni olmaktan çıkmıştır. Ayrıca adı konulmasa dahi millet artık padişahın mutlak egemenlik hakkına rakip olmak üzere ortaya çıkmıştır. Halkın fiili olarak bu düzende bir etkisi bulunmamış ise de Tanzimat ile kıyasladığımız zaman ikna edilemeyecek durumda olan padişahın varlığı ve bunun dışında aydınların etkisinin oldukça fazla olması yukarı bir hareket neticesinde gerçekleştiği söylenebilir. Tanzimat temel alındığında bu mevcut durumun tam tersi bir olayı ifade etmektedir. Meşrutiyet düzenini farklı bir açıdan inceleyecek olursak batı idaresinden farklı olarak mutlak idareyi sağlamak yerine hukuk kuralları çevresinde halka eziyet etmeden hareket edilmesi niyeti taşıdığı görülmektedir. 

Kurulan bu mevcut düzen sıfırdan inşa edilmek yerine hukuki açıdan iyi bir yönetim düzeni sağlamayı hedef almıştı. Meclis-i Mebusan’da görüşmeler devam ederken, Osmanlı - Rus Savaşı ’da Osmanlılar için felakete dönmüş, Rus kuvvetleri Ayastafenos’a (Yeşilköy) yaklaşmışlardı. Halk ve mebuslar padişaha direk olarak düşüncelerini ifade etmeseler de mevcut karışıklıktan onu sorumlu tutmaktaydılar. Lakin niyetler dile getirilmese de Abdülhamid karışık siyasi düzenin gayet farkındaydı. Mevcut düzeni düzeltmek amacıyla yani savaşa devam mı edilecekti yoksa bir barışma mı yapılmalıydı. Bu konuda karar vermek amacıyla Yıldız’da olağanüstü bir meclis toplandı. Mecliste birçok tartışma ve salon terk etmeleri görüldü. Lakin II. Abdulhamid Kanun-ı Esasi’nin kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak meclisi süresiz fes etti. Padişahın meclisi bu denli tatil etmesindeki ana etken tabi ki tartışmalar yahut meclisi terk eden mebuslar olmamıştır. Bunlar sadece dış etkenler idi. Ana etkenleri iki kola ayırabiliriz. İç sebeplerin başında gelen unsur halkın bu mevcut düzene gerçekten hazır olup olamadığı idi. Tarihsel yönetim süreci temel alındığında halk hep tek bir yöneticinin idaresi altında olduğu görülmektedir. I. Meşrutiyet dönemine böyle bir psikoloji içerisinde bulunuyordu. Diğer bir neden ise sarayda mevcut olan adama kayırma idi. Torpil gibi unsurlar halkı zorlayan nedenler arasındaydı. Kolaylıkla mevkiler arası geçisin mevcut olması da bir diğer etken olarak ifade edilebilir. Meşrutiyeti desteklemeyen bu yönetim kadrosu birçok kesimi rahatsız etmesi olası bir ihtimaldir. İç sebepler bir yana bu düzenin aksi halde işlemesindeki diğer bir etken ise Avrupa gibi büyük güce sahip devletlerin meşrutiyetin ilanından rahatsız olmalarıdır. Çünkü ıslahat yahut azınlıkları bahane ederek Osmanlı’nın birçok siyasi sosyal konuları üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyorlardı. Bu zaman diliminde karşılarında güç olarak bulunan sadece iki unsur vardı; Padişah ve Sadrazam. İkisi üzerinde hâkimiyet tesis etmek onlar için daha kolay bir durum idi. Lakin şimdi karşılaştıkları konum itibarıyla halkın temsilcisi olan bir parlamento vardı. Meşrutiyetin bu ana sebepleri hâkimiyetlerini zorlaştırır hale getirmişti. Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasına Batılı devletlerden herhangi bir tepki gelmemesi açıkladığımız özellikleri destekler niteliktedir. II. Abdülhamid, meşrutiyet yöntemini sonlandırırken ona engel olacak herhangi bir güç bulunmamaktaydı. Aydın hareketi olarak girişilen Osmanlıların grubu dağılmış, Kanuni Esasinin temellerini oluşturan Midhat Paşa sürgüne gönderilmişti. Ordu temel alındığında zaten yıpranmış bir haldeydi. Sonlandırılan meşrutiyete sahip çıkacak konumda değildi. II. Abdülhamid bu sebeple meşrutiyet yöntemine kolaylıkla son vermiştir.

                                                              


SONUÇ



Hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halkoyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimidir. Arapça şart kökünden türemiş olan meşrutiyet 19. asırdan itibaren Osmanlı Devleti'nde meclisli saltanat-hilafet anlamında kullanılmıştır. Daha genel ifadesiyle; meşrutiyet, bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan yönetim biçimidir Yakınçağ Türk tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olan II. Meşrutiyet, daha önceki yenileşme ve modernleşme çabalarının devamı olarak algılanmalıdır. Padişah’ın Tanzimat Fermanı gibi yasal düzenlemelere aykırı olarak faaliyetlerde bulunması ülke içinde yeşeren farklı düşünürleri tetikledi. Avrupa’da eğitimlerini tamamlamış olan Genç Osmanlılardan birkaçı ilk defa siyasi bir teşkilat haline gelerek bu tutum karşısında mücadele etmelerine sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda açılan meşrutiyet ve hürriyet bayrağı birçok insanı etkilemiştir. 1860’larda Paris ve Londra’da; anayasa, parlamento gibi kavramları seslendiren Genç Osmanlılara rastlanıyordu. Bu bağlamda ortaya çıkarılan Jön Türk dergisi bu idealiler çerçevesinde şekillenmişti. Abdülhamit siyasal bir hareketle 23 Aralık 1876’da Kanuni Esasi’yi ilan etti. Böylelikle I. Meşrutiyet dönemi fiili olarak başlamış oldu. Kanuni esasi padişahın yetkilerini sınırlandırıyor gibi görünse de istediği gibi sadrazamları atayı meclisi fes etme yetkisine sahip bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunda ilk defa yeni kavram ve kurumların vücut bulmaya başladığı görülmektedir. İç ve dış birçok sebeple birlikte I. Meşrutiyet dönemi 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki yenilgi bahane gösterilerek Meclisi Mebusan’ın kapanmasıyla 1878 tarihinde son bulmuştur.



 

      KAYNAKÇA


BOLAT, Mahmut, “ I. Meşrutiyet’ten I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti Dış Politikası’nın Genel Bir Değerlendirilmesi”, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.1, S.1, 2014, ss.18-22.

BUCAKTEPE, Adil Bucaktepe “Birinci ve İkinci Meşrutiyet Anayasalarında Öngörülen Devlet Modeli Hakkında Bir Değerlendirme”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.1, S.42, 2014, ss.46-50.

BERKES, Niyazi, (2005). Türkiye’de çağdaşlaşma. (7. bs.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. ss.312.

BİRECİKLİ, İhsan Burak, “ Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet’in İlanı Üzerine Bir İnceleme”,

Gazi Akademik Bakış Dergisi, C.1, S.3,2008, ss. 212-213

Gökhan Çetinsaya, “II. Abdülhamid’in İç Politikası: Bir Dönemlendirme Denemesi”,

Osmanlı Araştırmaları Dergisi, C.47, S.47, 2016, ss.370-375.

ÇALEN, Mehmet Kaan,“1909 Kanun-i Esasi Tadilatı”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.2, S.4, 2012, ss.135-138.

KIZILTAN, Yılmaz, “ Meşrutiyet’in İlanı ve İlk Osmanlı Meclis-i Mebusan”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C.26, S.1, 2006, ss.250-255.

KILIÇ, Selda, “1876 Meclis- Mebusanı ve Seçim Hazırlıkları”, OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.30, S.30, ss.28-31.

OĞUZ, Ahmet, “Birinci Meşrutiyet Meclisi’nin Kapatılmasının Sonuçları Üzerine”, Sosyal Bilimler Dergisi, C.1, S.3, 2016, ss.49-55.

UZUN, Hakan, “Türk Demokrasi Tarihinde I. Meşrutiyet Dönemi”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi, C.6, S.2, 2005, ss.150-158.

SEYİTDANLIOĞLU, Mehmet, Tanzimat Devrinde Meclis-i Vala (1838 - 1868), TTK, Ankara 1999, ss. 35 – 55

TOPRAK, Seydi Vakkas, “ İlk Osmanlı Seçimleri Ve Parlamentosu”, Sosyoloji Dergisi, C.3, S.26, 2013, ss.172-175.

TÜRKKAN, Hakan , “Osmanlı Devleti’nde Demokratikleşme Kanun-ı Esasi’nin Demokratik Hüviyeti”, Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, C.3, S.2, 2018, ss.366-368.

YEDEK, Şahin, “Meclis-i Mebusunda Mamuretülaziz Mebusları ve Faaliyetleri”, Munzur Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.5, S.10, ss.6-8.


resim : https://www.turktarihim.com/1_mesrutiyet_donemi.html




 

Kitap Tanıtımı /Book Review

Murat Özkan, Buhara Hanlığı (1500-1920), ISBN: 978- 605- 4944- 78-1, Selenge Yayınları, İstanbul 2021, s.128.







Göksu KOCA



Doç. Dr. Murat Özkan tarafından kaleme alınan Buhara Hanlığı (1500-1920) adlı eserde, XVI-XX, yüzyıllar arasında Türkistan’da hakimiyet kuran Buhara Hanlığı’nın, siyasî, sosyal, kültürel ve iktisadî hayatı anlatılmıştır. Murat Özkan’ın bu çalışması 2021 yılında Selenge Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.

Ordu Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde görev yapmakta olan Doç. Dr. Murat Özkan’ın, Türkistan Hanlıkları ve Ruslarla olan mücadelesini ele alan Türkistan’ın Keşif Çağı Rus Seyyah Burnaşev’in Gözünden Buhara ile bu çalışmanın halefi olan Türkistan’ın İşgal Çağı Beyaz General Skobelev (1843-1882) adlı birbirlerini tamamlayan bu eserleri vardır. Bu iki eser de Türkistan’ı ve Rusların bölgeye yönelişi ve izlediği siyaseti anlamak açısından oldukça mühimdir. Yine çeviri eser kategorisinde değerlendirilen ve çevirmenleri arasında yer aldığı Sibir Kronikleri I-II-III adlı eserler XV-XVI. yüzyıllar arasında hüküm süren Sibir Hanlığı’nın Rusların işgaline kadar giden süreci aydınlatmaktadır. Özkan’ın bu kitap çalışmalarının yanı sıra Türkistan’ın sosyo-kültürel tarihi hakkında da pek çok makalesi mevcuttur. Buhara Hanlığı (1500-1920) adlı eser 5 bölümden oluşmaktadır.” Mâverâünnehir ve Buhara’nın Tarihi Coğrafyası” adlı birinci bölümde pek çok şehri bünyesinde barındıran Mâverâünnehir, binlerce yıldır birbirinden farklı kültür ve uygarlığa ev sahipliği yapması nedeniyle de hem Batı hem de Doğu kültürünün izlerini taşımaktadır. Bu kısımda tarihi belgelere dayanılarak bölgeye göç MÖ. IV. yüzyıldan itibaren Batı Asya topraklarından yapıldığı belirtilmektedir. Bölgenin bu dönem egemen güçleri Pers, Grek,  İmparatorluğu, MÖ. III-II ve MS. V. yüzyıl arasında Kuşan (Hint), Akhunlar, Sasaniler gibi imparatorluklardır. MS V. yüzyıl bu bölgeye göçler Orta Asya havzasından yapılmaya başlanmış ve bu göç hareketinin etkisiyle de bölgede Göktürkler hakimiyet kurmuştur. VIII. yüzyıldan sonra ise göçler tekrar Batı Asya’ya kaymıştır. Böylelikle İslam uygarlığının yükselişe geçişi ile birlikte bölge yeni bir kültürün etkisi altına girmiştir. Bu bölümde Mâverâünnehir’in ihtiva ettiği şehirler açıklandıktan sonra Türk-İslam medeniyetlerinin bölgedeki en önemli merkezlerinden biri olan Buhara şehri hakkında bilgi verilmektedir. Buhara, birçok topluma ve siyasî oluşuma ev sahipliği yapan kadim şehir, iki bin yıllık tarihi, coğrafyası ve dokusuyla tipik bir Türkistan şehridir. Buhara şehrinin ilk  yerel toplulukları olan ve Zerefşan Nehri kıyılarındaki köylerde yaşayan Aryan halkından bahsedildikten sonra Buhara’yı ele geçirip, hakimiyet kuran devletlere değinilmiştir. 750’ de bölgenin Abbasi hakimiyetine girmesiyle, şehir İslami bir kimlik taşımaya başlamıştır. Samaniler, Karahanlılar, Karahıtaylar, Harzemşahlar döneminde de Buhara bölgenin en önemli kültür ve medeniyet merkezlerinden biri olmuştur. Bu durum Cengiz Han ve Moğollar’ın istilasına kadar devam etmiştir. Cengiz Han’ın hayattayken ülkesini dört oğlu arasında bölüştürmesi üzerine Buhara ve çevresi Çağtay Han’a düşmüştür. Böylece artık Türkistan’da Çağatay Hanlığı hakimiyeti başlar. Çağatay Hanlığı dönemine değinildikten sonra Emir Timur ve 1370 yılında Semerkand’ı merkez yaparak kurduğu Timurlu Devleti’nin dönemi hakkında bilgi verilmiştir. Özellikle Timur döneminde bilim, sanat ve imar faaliyetlerine önem vermesi ve  bu dönemde yaşanan bilimsel gelişmelerin tarihe “Timur Rönesansı” olarak geçmesi mevzuları açıklanmıştır. Timurlu Devleti’nin yıkılışına kadar geçen süreç anlatılarak Timur’un saltanat yıllarında farklı ülkelere pek çok sefer düzenlemesiyle neredeyse Cengiz Han ile yarışacak hale geldiği belirtilmiş; ardından siyasî ve kültürel çalışmalara değinilerek Timurlu Devleti’nin yıkılışı ile bölüm sonlandırılmıştır.

“Şibanî Hanedanlığı Döneminde Buhara Hanlığı” adlı ikinci bölümde Hanlığın adı ve menşei üzerinde durulmuş ilk olarak Şibanî hanedanlığına adını veren Cengiz Han’ın torunu Cuci’nin oğlu Şiban’dan bahsedilerek Özbek adının menşei hakkında muhtelif görüşlerden bahsedilmişti. Bunlar arasında Özbek adının menşei hakkında en fazla kabul göreninin Altın


Orda Devleti’nin başında bulunan Özbek Han’dan geldiğidir. Türkistan’da kısa sürede şehirleri hakimiyeti altına alan Özbekler, Kalmuk akınları sonrasında büyük bir darbe almıştır. İşgal sonucu bölgede yaşanan kaostan bahsedilip Buhara Hanlığı’nın kurucusu olarak kabul edilen Muhammed Şibanî Han dönemi hakkında bilgi verilmiştir. Muhammed Şibanî Han’ın doğumu, gençlik yıllarında yaşadığı kötü hadiselerden bahsedilmiş akabinde yeni bir devlet kurma gayesi güden Şibanî Han’ın birtakım mücadelelere girişmesi anlatılmıştır. Muhammed Şibanî Han’ın gittikçe güç kazanarak korkusuzca Türkistan içlerine kadar akınlar düzenlemesinin sebebi Buhara hâkiminin Şibanî Han’a hizmetlerine karşılık Yesi şehrini vermesidir. Muhammed Şibanî Han’ın bölgede ki bazı hanlara yaptığı hizmetlere karşın takdirlerini topladığı, Semerkand’ın kuşatılması sırasında Buhara kuvvetlerinin yardıma geldiğini öğrenen Şibanî Han yönünü Buhara’ya çevirmiş ve 1500 yılında savunmasız kalan Buhara’yı ele geçirmiştir. Muhammed Şibanî Han’ın Buhara’yı ele geçirişiyle beraber Buhara Hanlığı kurulmuş oldu. Bu kısımda Şibanî Han’ın 1510 yılana kadar süren saltanatında devletlerle olan mücadeleleri anlatılmıştır. Kuşkusuz bu mücadelelerden en önemlileri Babür ve Şah İsmail ile olanlardır. Babür’ün Semerkand’ı kuşatması üzerine yapılan savaşta Babür, Şibanî Han’a karşı mağlup olmuştur. Şibanî Han’ın ölümü ile sonuçlanacak olan Safevî- Özbek mücadelesinin mezhepsel farklılıklar neticesinde gerçekleştiği düşünülse de esasında Türkistan ve Horasan hakimiyeti sonucundadır. Horasan’da gerçekleşen mücadele Özbeklerin yenilgisiyle sonuçlanırken Muhammed Şibanî Han’da hayatını kaybetmiştir. Mücadele sonucunda Özbeklerin aldığı ağır yenilgi ve toparlanma süreci anlatılmıştır. Bu süreçte Şah İsmail’in desteği ile Babür’ün, Buhara ve Semerkand’ı ele geçirişinden bahsedilmiştir. Semerkand halkının Babür’ü sevmesi şehri kuşatmalarını kolaylaştırsa da Babür’ün Şah ve on iki imam adına hutbe okutup, para bastırması, sünni halkın Şii inanca sahip Şah İsmail’e ve onun için hareket eden Babür’ e olan desteklerini çekmesine neden olmuştur. Köçküncü Han önderliğinde Özbek birliği tekrar oluşturulmaya başlanmış, Köçküncü Han dönemi anlatıldıktan sonra ölümünün ardından tahta geçen Ubeydullah Han döneminde yaşanan hadiselerden bahsedilmiştir. Ubeydullah Han’ın ölümü ile Özbeklerin yükselişi sekteye uğramıştır. Özbekler arasında “fetret devri” diye adlandırılacak olan istikrarsızlık dönemi başlamıştır. Bu dönem II. Abdullah Han’ın merkezi otoriteyi sağlamasına kadar devam etmiştir. II. Abdullah Han’ın devletlerle olan ilişkileri ve mücadelelerinden bahsedilmiştir. Onun 1598 yılında ölümünün ardından Buhara Hanlığı’nın otoritesi sarsılmış, çıkan ayaklanmalar da Şibanî Hanedanlığı’nın sonunu getirmiştir.

Astrahan Hanedanlığı Döneminde Buhara Hanlığı” adlı üçüncü bölümde, Şibanîlerin ardından Buhara Hanlığı’nın yönetiminin Astrahanlılar hanedanına geçişi anlatılarak bölüme


başlanmıştır. Astrahanlıların nereden geldikleri ve tahta çıkan ilk hanı Canî Muhammed olduğu için Canî Muhammed veya Canîler denildiği ailenin soyunun Cengiz Han’a dayandığından bahsedilmiştir. Astrahan Hanedanlığı’nın yurtlarını bırakıp Buhara’ya gelme nedenleri açıklanmıştır. Şibanî Hanedanlığı ile Astrahanlılar arasında evlilik yoluyla kurulan ilişkiler anlatılarak II. Abdullah Han’ın akrabalık yolu ile Astrahanlılara, hanlığa verdikleri destekten dolayı bazı şehirlerin yönetiminin verildiğinden bahsedilmiştir. II. Abdullah Han’ın ölümünün ardından oğlu Abdülmümin tahta geçmiş, otoritesi sarsılan Buhara Hanlığı adeta kaos ortamına dönüşmüştür. Bunun nedeni Abdülmümin’in hanlıktaki otoritesini sağlamlaştırmaya çalışırken uyguladığı sert politikalar neticesinde halkın güvenini kaybetmesidir. Bu kaos ortamında Buhara’nın ileri gelenleri tarafından ülkenin Astrahanlılar tarafından yönetilmesi gerektiği görüşlerinden bahsedilerek Astrahanlıların ülke yönetimini ele geçirme süreçleri detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Astrahanlıların ilk hanı olan Canî Muhammed dönemi anlatılırken hanlığın yönetiminin Baki Muhammed’in elinde olduğu belirtilmektedir. Canî Muhammed’in ölümünün ardından tahta Baki Muhammed geçmiştir. Buhara Hanlığı içerisinde otoritesini sağlayamayan Baki Muhammed’in saltanatında, Safevîlerin toprak genişletme politikaları neticesinde Buhara Hanlığı topraklarına doğru ilerlemeleri Baki Muhammed’in bu mücadelede kendisine yardım etmesi amacıyla Osmanlı Padişahı III. elçi göndermesine sebep olmuştur. Yine bu kısımda Baki Muhammed’in ölümü üzerine tahta geçen kardeşi Veli Muhammed hakkında bilgiler verilmiştir. Veli Muhammed’in saltanat yıllarında otoritesini güçlendirmek amacıyla vergi sisteminde düzenlemeye gitmesi, ulema sınıfını yanına çekmek maksadıyla onlara iyi davranarak otoritesini sağlamlaştıracağını düşünmesine sebep olmuştur. Bu konuda başarılı olamamakla beraber Özbek beylerine verdiği imtiyazlar ilerleyen zamanda kendisini sıkıntıya sokmuştur. Veli Muhammed son yıllarında yeğenleri İmam Kulu ve Nadir Muhammed ile mücadeleye girişmiştir. Bu mücadeleden bahsedildikten sonra Veli Muhammed Han’ı mağlup ederek hanlığın başına geçen yeğeni İmam Kulu Han dönemi hakkında bilgi verilmiştir. İmam Kulu Han döneminde Buhara Hanlığı içerisindeki sorunların birazda olsa çözüldüğü görülmektedir. Bunun en önemli nedenini Özkan, onun seleflerinden daha uzun bir süre yani 31 yıl tahtta kalmasına bağlar. İmam Kulu Han, Kazak ve Kalmuklarla mücadele ederek izlediği politikalarda başarılı olmuş halk nezdinde itibar kazanmıştır. İmam Kulu’nun ardından tahta kardeşi Nadir Muhammed Han geçmiştir. Nadir Muhammed Han döneminde oğlu Abdülaziz’in Kazaklarla yaptığı bu sefer sırasında han ilan edilmesi Nadir Muhammed Han dönemini sonlandırmıştır. Abdülaziz Han döneminde dikkat çeken en önemli olay Hive Hanlığı ile yapılan mücadeleler olmuştur. 36 yıl tahtta kalan Abdülaziz Han yerini kardeşi Subhan Kulu’ya bırakmıştır.


Subhan Kulu Han dönemi hanlığın çöküşünü hazırlamıştır. Buhara Hanlığı’nın hem sorunlarıyla uğraşan hem de Hive Hanlığı ile mücadele eden Subhan Kulu’nun otoritesi bu mücadeleler ardından sarsılmıştır. Subhan Kulu’dan sonra tahta Ubeydullah Han geçmiştir. Ubeydullah Han döneminde otoriteyi tesis etmek amacıyla atılan bazı adımlar işlerin iyice sarpa sarmasına neden olmuştur. Ubeydullah Han saltanatında istediği başarıyı yakalayamadığı gibi tahtan indirilmesine sebep olmuş yerine Ebu’l-Feyz Han geçmiştir. Ebu’l Feyz Han merkezi otoriteyi sağlayamamış olması, şehirlerden sorumlu beylerin bağımsızlıklarını ilan etmelerine neden olurken Buhara Hanlığı da pek çok parçaya ayrılmıştır. Ebu’l Feyz Han’ın hanlığı bu çıkmazdan çıkarabilmek amacıyla Mangıtlardan Atalık Muhammed Hâkim Bey’den yardım istemesi hem kendi hem de Astrahan Hanedanlığının sonunu getirmiştir.

Buhara’da Mangıt Devri ve Küçük Kıyamet” adlı dördüncü bölümde Ebu’l Feyz Han’ı öldürüp Buhara’da Mangıtlar devrini başlatan Muhammed Rahim Han’ın dönemi anlatılmıştır. Mangıtlar Cengiz Han’ın soyundan gelmeyen ilk hanedandı. Başlangıçta Muhammed Rahim Han’ın, kendisine karşı ayaklanma ihtimaline karşın çoğu kabileyi cezalandırarak merkezi otoriteyi sağlamaya çalıştığından bahsedilmiştir. Muhammed Rahim Han’ın erken ölümünün birçok yeniliğin kesintiye uğramasına neden olduğu belirtilmiştir. Ölümünün ardından hanlığın başına kimin geçeceği konusunda karışıklıklar çıktığı belirtilmiş, Buhara Hanlığı tahtına Muhammed Rahim Han’ın amcası Muhammed Danyal Bey çıkmıştır. Muhammed Danyal Bey döneminde onun tahta oturmasını kabul edemeyen Özbek beylerinin yerine Cengiz soyundan olan Seyyid Ebulgazi’yi han olarak ataması kukla hanlar dönemini başlatmıştır. Hanlığı döneminde aşırılıktan uzak mütevazi bir hayat süren Muhammed Danyal Bey saltanatı boyunca Hive ve Hokand Hanlıkları ile iyi ilişkiler kurmuştur. Muhammed Danyal Bey’in devlet işlerinden elini çekmesinin ardından oğlu Şah Murad dönemi hakkında bilgi verilmiştir. Şah Murad’ın dervişliğinin yanı sıra idarede de başarılı olduğundan; kukla hanı tahtan indirip kendisini Buhara Emiri ilan etmesinden ve buna bağlı olarak hanlığın artık Buhara Emirliği adı ile anılmaya başlandığından bahsedilmiştir. Şah Murad döneminde  askerî, malî ve idarî alanlarda yapılan yenilikler emirliğin bir nebze de rahatlamasına sebep olmuştur. Şah Murad’ın 15 yıl süren iktidarının ardından tahta oğlu Said Haydar geçmiştir. Said Emir Haydar’ın çok iyi dini bilgiye sahip olması döneminde din ve devlet işlerini ayrı tutmaması ulemanın desteğini de almasına sebep olmuştur. Ayrıca o, “Seyyidlik” unvanını kullanan ilk emirdir. Emir Haydar’ın döneminde hükümdarlık hakları değişmiş, kan bağlılığı yani Cengiz soyundan gelmeye önem verilmemeye başlandığı belirtilmiştir. Saltanatında gerçekleşen isyanları bastırmakla geçiren Said Haydar’ın vefatının ardından tahta ilk olarak


Hüseyin ardından da Mir Ömer geçmiştir. İki emirin saltanatı kısa sürmüş, Buhara Emirliği tahtına 1827 yılında Nasrullah geçmiştir. Emir Nasrullah döneminde, merkezi otoritesini güçlendirip, sorunlarla uğraşırken, asıl tehlike Çarlık Rusya’nın Türkistan içlerine ilerleyişinin idrak edilemediği gibi Türkistan hanlıklarının da birbirleriyle mücadele içerisinde olduğu belirtilmiştir. Çarlık Rusya’nın Buhara Emirliği ile ilişkileri, Emir Nasrullah döneminden önce başlamasına rağmen bu dönemde İngiltere ve Çarlık Rusya’nın kendilerine yeni pazar arayışı akabinde Türkistan’da giriştiği “Büyük Oyun”un sergilenmeye başladığı dönemden bahsedilmiştir. Çarlık Rusya’nın Buhara Emirliği ile yakın temas kurması İngiltere’yi harekete geçirmiş, Emir Nasrullah’a elçi göndermiştir. Ancak Emir Nasrullah’ın Rusların lehine hareket ettiği görülmektedir. Emir Nasrullah’ın ölümünün ardından var olan Rus baskısının iyiden iyiye artması yine bu dönemde Rusların Türkistan’daki ilerleyişi, Rus yayılmasındaki üç ana kırılma noktası anlatılmıştır. Emir Nasrullah’ın ardından Buhara Emirliği’nin başına geçen Muzafferüddin döneminde başlayan işgal süreci ve Çarlık Rusya’nın Buhara Emirliği’ni ele geçirilişi hakkında bilgi verilmiştir. Emir Muzafferüddin’in 1885 yılında vefat etmesi üzerine tahta Abdulahad geçmiştir. Emir Abdulahad döneminde de Rus baskısının devam etmesine rağmen birtakım reformları gerçekleştirmeyi  başarmıştır. Emir Abdulahad’ın 1910 yılında ölümü üzerine son emir olan Âlim Han tahta geçmiştir. Âlim Han dönemi oldukça önemlidir. O, Sovyet Rusya’nın Buhara Emirliği’ni işgal  etmeden önceki son emiridir. Halkın, emirliğin siyasî, iktisadî ve kültürel anlamda çöküşte olmasına rağmen Âlim Han’dan umutlu olduğu belirtilmiştir. Türkistan’ın birçok bölgesinde ortaya çıkan fikir hareketleri Buhara’yı da etkilemiş, özellikle kendilerini “Buharalı Ceditçiler” olarak adlandıran bu grubun gün geçtikçe etkisini daha da artırdığından bahsedilmiştir. Bu hareketin Buhara Emirliği içerisinde giderek kavramsal bir boyut kazanarak “Yaş Buharalılar” adı ile anılmaya başlandığı belirtilmiştir. Bu düzenin değişmesi gerektiğini savunan Yaş Buharalılar ile Âlim Han arasındaki gerçekleşen mücadelelerden bahsedilmiştir. Yaş Buharalıların Sovyet Rusya’dan yardım istemesinin ardından Kızıl Ordu’nun desteği ile Buhara’nın ele geçirilişi, Buhara şehrine ve tarihine nasıl zarar verildiği hakkında bilgiler verilerek bölüm sonlandırılmıştır.

İdarî, İktisadî ve Kültürel Özellikleriyle Buhara Hanlığı” adlı beşinci ve son bölümde Buhara Hanlığı’nın yönetim temelini oluşturan sistem ve yönetim içerisinde yer alan memurlar rütbelerine göre tek tek açıklanmıştır. Buhara Hanlığı’nın eski Türklerde hâkim olan ordu-millet anlayışını sürdürdükleri belirtilmiştir. Rus işgaline uğramadan önce Buhara’nın İslamiyet’in en önemli dini merkezlerinden biri olduğuna değinilerek özellikle Mangıtlar devrinde dinin yönetimde etkin olmasından bahsedilmiştir. Ardından Buhara


Hanlığı’nın ekonomik yapısı ve iktisadî hayatı açıklanmıştır. Buhara Hanlığı’nda şehirde yaşayan halkın ticaretle köyde yaşayan halkın ise tarımla ve hayvancılıkla uğraştığı ayrıca Buhara halkının en önemli geçim kaynaklarından birinin de pamuk olduğundan bahsedilmiştir. Buhara Hanlığı’nın ekonomisi hakkında detaylı bilgiler verildikten sonra köklü bir kültüre sahip olan Buhara’nın mimarisi hakkında da bilgiler verilmiştir. Mimari eserlerin yapısı açıklanarak Buhara’da medreseler ve eğitim konusunda bilgiler aktarılmıştır. Buhara hanlarının din ile içe geçmiş olması eğitim konusunda birtakım değişiklerin yaşanmasına neden olmuş, Timurlular devrinde ilgilenilen pozitif bilimlerin bir kenara bırakılarak dini eğitimin ağırlıklı olduğu bir sisteme geçildiğinden bahsedilmiştir. XIX. yüzyılın sonlarına kadar Buhara’da eğitim zaman zaman sekteye uğramışsa da Buhara’da 366 tane medresenin varlığından söz edilmektedir. Sonuç olarak; Özkan’ın yazmış olduğu Buhara Hanlığı(1500-1920) adlı eser akıcı bir üslupla kaleme alınmıştır. Türkçe, İngilizce ve Rusça araştırma eser ve makalelerden yararlanılan bu eser kaynak çeşitliliği bakımından oldukça zengindir. Türkistan Hanlıkları ile ilgili yeni bir başucu kitabını yazın dünyasına kazandırmıştır. Özkan’ın bu kıymetli eseri ile ilim alemine büyük katkı sağlamıştır.









 Kitap Tanıtımı/Book Review

 Abdülkadir Özcan İstanbul, İSAM Yayınları, 2017, 260 Sayfa,

 ISBN: 978-975-389-927-7 

 





                                                           Emine Naz GÖZÜKAN


    Kurulduğu tarihten itibaren Dünya Tarihinde önemli etkilere mazhar olan Osmanlı Devleti hakkında önemli çalışmalar ortaya konmuştur. Ortaya konan çalışmalar içerisinde belki de en önemlileri addedeceğimiz olanları şüphesiz sultan biyografileri olmaktadır zira kurulduktan sonra Osmanlı devletinin kuruluş, yükseliş, gerileme ve duraklama adı ile adlandırdığımız dönemlerini, sultanların nasıl bir haleti ruhiye içerisinde olduklarını kavramamızda yardımcı olan kitaplardandır. Abdulkadir Özcan tarafından oluşturulan bu çalışma içindekiler, önsöz ve kısaltmaların ardından 7 bölümden oluşmaktadır. Yazar oluşturduğu çalışmanın önsözünde ortaya koyduğu çalışmanın ilk olarak bir biyografi serisine bağlı olduğunu, kendi dönemine kadar olan padişahların hangi tarihçiler tarafından kaydedildiğini belirterek kaydedeceği sultanların hayatları ve dönemlerinde hadiselerin kısa bir özetlerini ve çalışmasında yer alacak sultanların kısa bir girizgahını yapmıştır. Önsözün ardından IV. Mehmed döneminden başlayarak III. Mustafa dönemine kadar olan 7 Osmanlı sultanının biyografileri ve onların döneminde vuku bulan hadiseler aktarılmıştır. 

    Kitabın birinci bölümü (s.16-62) IV. Mehmed (1642-1693)(saltanatı 1648-1687) bölümüdür. Bu bölüm Doğumu ve Şehzadelik Yılları, Merkezde ve Taşrada Kaos ( 1648-1656), Turhan Sultan ve Saray Ağalarının İktidarı, Köprülüler ve Başarılar Dönemi – Son Fetihler, Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ve Başarılarının Devamı, Avusturya Seferi, Uyvar’ın Fethi ve Vasvar Antlaşması, Saint Gothard Savaşı ve Vasvar Antlaşması’nın Yürürlüğe Girmesi, Kandiye’nin Fethi ve Girit Meselesinin Halli, Sahte Mesih Sabatay Sevi Olayı, IV. Mehmed’in Lehistan Seferi, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa İş Başında, Osmanlı- Avusturya İlişkileri, II. Viyana Muhasarası: Bozgun ve Büyük Ricat ve Kutsal Haçlı İttifakı ve Çok Cepheli Savaşlar adlı on dört kısımdan oluşmaktadır. Yazar bu bölümde IV. Mehmed dönemini kaydederken üç döneme ayrılması gerektiğini vurgulayarak hadiseleri küçük yaşta tahtta çıktığındaki sekiz yıllık kargaşa, 1683 Viyana bozgununa kadar olan Köprülü dönemi ve Viyana Bozgunu sonrası yaşanan hadiseler olarak kaydetmiştir. IV. Mehmed çocuk yaşta tahtta çıktığında etrafındaki olaylar annesi Turhan Sultan ile büyükvalide Mahpeyker Kösem Sultan arasında yaşanan rekabet ortamı bünyesinde şekillenmişti. Hanedan da yaşanan rekabetin gerginliğinin yanında ocakta çıkan askeri ayaklanmalar ve Anadolu da vuku bulan zorba eşkiyaların ortaya çıkması karışıklılığın artmasına neden olmuştur. IV. Mehmed dönemi ile birlikte Köprülüler dönemi olarak bildiğimiz ikinci dönemin de başladığını söyleyebiliriz. Annesi Turhan Sultan vasıtasıyla iktidarın yönetimine geçen Köprülü paşalar döneminin devlet adına olumlu bir hareket olduğunu söylemeliyiz. Üçüncü ve felaket yıllarının başlangıcı adını alan dönem Viyana Bozgunu ile birlikte geldiği vurgulanmıştır. 

    Kitabın ikinci bölümü (s.63-92) II. Süleyman (1642-1691) (saltanatı 1687-1691) bölümüdür. Bu bölüm Cülûsu ve ilk icraatları, Dâhilî Vaziyet, Cephelerde Durum, II. Süleyman Macaristan Yollarında, Yeni Bir Arayış: Yine Bir Köprülüzâde, Yeni Sadrazamın İlk İcraatları, Bazı Başarılar ve İstirdatlar ve Görülmemiş Karşılama ve İltifatlar adlı sekiz kısımdan oluşmaktadır. Yazar bu bölümde IV. Mehmed döneminde Kösem Sultan ve Turhan Sultan arasında yaşanan rekabetin yol açtığı karışıklık neticesinde av tutkusunun askeri anlamından daha ağır gelmesinden dolayı sultan IV. Mehmed’in tahttan indirilip onun yerine kardeşi II. Süleyman’ın sultan olmasını aktarmıştır. Yeni sultan olan Süleyman’ın tahtta çıktığı esnada yaşanan zorba yeniçeriler ve esnafın eşkiyalara karşı sancakı şerif açtırma istekleri gündeme gelmiş olup sultan bu hadisede başarılı olup kargaşa hali sükunet haline döndürüldüğü aktarılmıştır. Yazar bunun dışında bu dönemde yaşanan iç ve dış tehlikeler karşısında yine bir köprülü desteğine ihtiyaç duyulduğunun altını çizmiştir. 

    Kitabın üçüncü bölümü (s.93-112) II. Ahmed (1643-1695) (saltanatı 1691-1695) bölümüdür. Bu bölümde Cülûsu ve ilk icraatları,Savaşların Devamı ve Köprülüzâde Mustafa Paşa’nın Şehadeti, Yeni Arayışlar ve Toprak Kayıpları ve Barış Arayışları adlı dört kısımdan oluşmaktadır. Yazar bu bölümde sultanın tahtta çıkmasında Köprülülerin etkili olduğunu taht adayları arasında IV. Mehmed’in oğullarından birinin olmamasını kardeşi Ahmed’in tahtta çıkmasının makul olduğunu istediklerini belirtmiştir. Yazar yine bu dönemde 1683 Viyana Bozgunu arkasında devam etmekte olan cepheli savaşların yaşandığını ve Köprülü Paşa Mustafa Paşanın şehadet olması ile çıkan bozukluk ile geri dönüldüğünü, kazanılmasına rağmen Mustafa Paşanın haberinin askerde yarattığı üzüntü nedeni ile sancakı şerif dışında Osmnanlı ordu ağırlıklarının düşmanın eline geçmesinden sebep bir yarar elde edilemediğini ve sultanın savaş esnasında gerekli yardımı yapamadığı için Kırım Hanı Saadet Girayı kınayan bir mektup yolladığını aktarmıştır. Köprülü Paşanın ardından getirilen sadrazamların cepheye gitmede sorun ve bahane çıkarmaları görülmektedir. Askeri alan dışında devlet işleri olarak değerlendirildiğinde bu dönemde haftalık divan toplantıları yeniden dört güne çıkarılması dikkat çekmektedir. 

    Kitabın dördüncü bölümü (s.113-136) II. Mustafa (1664-1703) (saltanatı 1695-1703) bölümüdür. Bu bölüm Cülûsu ve ilk icraatları, Son Sefer-i Hümâyunlar, Hezimetin Adı: Zenta, Büyük Ricat, Toprak Kayıpları ve Uzun Savaşların Sonu: Karlofça Antlaşması ve Hoca Nüfuzu, Edirne Vakası ve Saltanat Değişikliği adlı beş bölümden oluşmaktadır. Yazar bu bölümde Sultan Mustafa’nın kardeşlerinin ardından kafeste tahtta çıkmayı beklediğini tam çıkması gündeme gelmişken Köprülülerin kararı ile kardeşi II. Ahmedin tahtta çıktığını aktarmıştır. Sultan Mustafanın kafes hayatının diğerlerine göre biraz daha serbest olduğu aktarılmış olup tahtta çıktığında yaptığı ilk kararın divanı humayun işlerini hızlandırmak adına dört gün yapılması ve seferlere bizzat askerle birlikte çıkma kararı olduğu kaydedilmiştir. Devlet ileri gelenlerinden kendisinin sefere çıkmasının masrafa neden olacağı düşüncesinde olanları ikna edip onları görevden alarak devlet kadrolarında değişiklik yaptığı gözlemlenmiştir. II. Mustafa dönemine bakıldığında bu dönem Osmanlı Tarihi açısından mühim olayların yaşandığı dönem olduğu Karlofça antlaşmasının bu dönemde imzalandığı, ekonomik gelişme adına birtakım vergileri kaldırdığı da görülmektedir. Bunların dışında Osmanlı devletinin en kötü yenilgilerinden biri sayılan Zenta yenilgisi de onun döneminde vuku bulmuştur.

    Kitabın beşinci bölümü (s.137-176) III. Ahmed (1673-1736) (saltanatı 1703-1730) bölümüdür. Bu bölüm Sorgulanan Hânedan, Sultan Ahmed’in İlk Yılları ve İstikrar Arayışları, Karlofça’dan Sonra İzlenen İstirdat Siyaseti, İstirdatın İlk Merhalesi: Prut Seferi, Prut Barışı, Prut Meselesinin Tahkiki, Petro’nun Barış Şartlarına Uymaması ve Edirne Antlaşması, Demirbaş Şarl’in Ülkesine Dönmesi, İstirdatın İkinci Merhalesi: Venedik Seferi ve Kuzey Mora’nın Zaptı, Mora Fethi’nin İkmali, İstirdat Girişiminin Üçüncü Merhalesi: Osmanlı- Avusturya Savaşı ve Yenilgi, Ordunun Perişan Durumu: Arnavut Halil Paşa’nın Sadrazamlığı ve Serdarlığı, Büyük Ricat ve Toprak Kayıpları, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın Sadrazamlığı ve Pasarofça Antlaşması, Lale Devri: Batı^ya Açılan Pencere ve Sosyokültürel Faaliyetler, İlk Türk Matbaasının Kurulması, Safevi Devletinde Başlayan Buhranlar ve Osmanlı Devleti’nin Bundan Yararlanmak İstemesi, Batı İran’ın Paylaşılması Hususunda Osmanlı- Rus Yakınlaşması ve Mukâsemenâme (Paylaşım Yakınlaşması) imzalanması, Hemedan’ın, Revan’ın ve Nihâvend’in Fethi, Tebriz’in, Gence’nin, Hürremâbâd’ın Fethi ve Luristan’ın İlhakı, Afganlı Eşref Han/Şah’ın Hilâfet İddiası, Hemedan Antlaşması, Doğuda Yeni Gelişmeler: Nihavend’in Elden Çıkması, III. Ahmed’in Şark Seferi Hazırlıkları, Patrona Halili ve Saltanat Değişikliği ve III. Ahmed’in Tahttan Feragat Etmesi, Şimşirlik Hayatı ve Vefatı adlı yirmi altı kısımdan oluşmaktadır. Yazar bu bölümde Osmanlı devletinin Viyana bozgunu sonrası 16 yıl sonrası imzaladığı Karlofça sonrası değişen askeri politikasına değinip Osmanlı devletinin savaş politikasını bırakıp izleme politikasına geçtiğini kaydetmiştir. Bunun dışında yazar Osmanlının kaybettiği toprakların geri kazanılmasının amaçlandığını da vurgulayarak ilk hedeflenen bölgenin Karlofça gereği Ruslara geçen Azak olduğunu bildirmiştir. III. Ahmed döneminde vuku bulan Prut seferi ve Osmanlı – Rus savaşı sonucunda devlet kuzey komşusunu Prut önlerinde durdurmayı başarmış oldukları kaydedilmiştir. Prut sonrası gerçekleştirilen Venedik seferi, Moranın Zaptı ve Belgrad’ın kaybedilişi detaylı bir şekilde notlandırılmıştır. III. Ahmed dönemi Osmanlı devletinin askeri alan dışında sosyal alanda da etkili olduğu bir dönem olarak kayıtlara geçmektedir zira bu dönemde matbaa Osmanlı devletine giriş yapmıştır. Osmanlı Tarihi içerisinde Lale devri olarak adlandırılan 1712-1730 dönemi devleti sosyala açıdan hareketlense de sultanın vaktini Üsküdar da sohbetlerde geçirmesi ve devlet işlerini arka plana atmasından kaynaklı olarak Patrona önderliğinde bir kesimin tepkisini çekmişti ve Patrona Halil adı ile bilinen isyan sonucunda da sultan III. Ahmedin tahttan indirildiği kaydedilmiştir. 

    Kitabın altıncı bölümü (s. 177-200) I. Mahmud (1696-1754) (saltanatı 1730-1754) bölümüdür. Bu bölüm Doğumu, Şehzadelik Yılları ve Cülusu, Saltanatın İlk Yılları-Patrona ve Yandaşlarının Tepelenmesi: İstikrar, Doğu Meselesi ve Çözümlenmesi, Osmanlı- Rus Savaşı, Rusya’nın Yanında Avusturya’nın da Savaşa Katılması, Osmanlı-İran Savaşı ve Barışı, Askeri Islahat Girişimleri ve Bazı Yenilikler, Diğer İcraatları, Sultan Mahmud’un Ölümü ve Şahsiyeti ve İmar ve Kültürel Faaliyetleri adlı on kısımdan oluşmaktadır. Yazar bu bölümde Patrona Halil isyanı sonucunda tahttan indirilen amcası III. Ahmed yerine yeğeni I. Mahmud’un yirmi yedi yıl kafes hayatı yaşantısının ardından tahtta çıkartıldığını ve tahtta çıktığında amcasının kendisine devletyönetiminde idareyi bizzat eline alması gerektiğini, kimseye güvenmemesini ve yardıma ihtiyac olanlara yardım etmesini ve şehzadelerini gözetmesini tembih ettiğini kaydetmiştir. İsyan sonrasında isyancıları I. Mahmud’un huzuruna kabul ettiği ve onların istediklerini kabul ederek vesayetleri altına girdikleri tasdik edilmekteydi. Buna mühim örnek Patrona Halil ve adamlarının devlet işlerinde önemli yerlere gelmeleri ve Lale kalma köşklerin yıkılmasında etkili olmaları idi. Bu tarihlerde sultanın ilk faaliyetlerinin devlet içerisinde oluşan Patrona nüfuzunu kırmak olduğu söylenebilir. Askeri anlamda modernleşmenin zaruri olduğunu görse de yeniçeri fitnesinden çekindiğinden onlara dokunmadığı görülmektedir. Matbaanın kurucusu İbrahim Müteferrika ile görüştüğü ve Usülü’l-Hikem eserinin ortaya çıkmasına vesile olduğu aktarılmıştır. Sultanın mali konulara ağırlık verdiği onun döneminde refah ortamın ortaya çıktığı uzun süren savaşların barış ortamına dönmesi olarak kaydedilir. 

    Kitabın yedinci bölümü (s.201-215) III. Osman (1699-1757) (saltanatı 1754-1757) bölümüdür. Bu bölüm Şehzadelik Yılları ve Cülusu, İlk İcraatları, Büyük Tabiat Olayları ve Yangınlar ve Kılık Kıyafet Düzenlemeleri adlı dört kısımdan oluşmaktadır. Yazar bu bölümde elli üç yıllık kafes hayatının ardından tahtta çıkma şansını elde etmiş olan bir sultanın nasıl bir haleti ruhiye içerisinde bulunduğunu gözler önüne sermiştir. Sultan III. Osman’ın dönemi askeri anlamda 1739 yılında imzalanmış olan barış antlaşmaları sebebi ile sakin bir dönem olarak kayıtlara geçse de yaşanan İstanbul yangını gibi doğa olayları neticesinde sosyal anlamda çalkantılı dönem olmuştur. Yangın belirli bir bölgede başladığı gibi zamanla şehrin farklı noktalarına da sıçrayarak neticesinde İstanbul’un çokça semtinde bulunan yapılarını yakıp kül ettiği ve sultanın yangının ardından şehrin onarımı ile yakından ilgilendiği kaydedilmiştir. Yazar III. Osman’ın kişilik özelliğinden bahsederken onun 3 yaşları dolaylarında iken kafes hayatına girmiş ve 53 yıl boyunca loş ve rutubetli bir yerde yaşantısından ve bu durumun onda bıraktığı etkilere değinmeyi gerekli kılarak sultanın uzunca süren kafes hayatının ardından kimselere güvenmeyen, hırslı yapılı, sert ve kararsız yapılı biri haline geldiğini ifade ederek saltanatı boyunca yapmış olduğu sadrazam ve şeyhülislam değişikliklerinin temel nedeninin kafes hayatının onda bıraktığı etkiler olduğunu kaydetmiş ve sadece devlet erkanı değişikliğinde olmadığını halk üzerinde de baskıcı bir tutumda olduğunu belirtmiştir. 

    Sonuç olarak değerlendirildiğinde kaydedilen bu çalışma Osmanlı gerileme dönemi padişahlarının incelenmesinde, yaşanan hadiselerin sultanların kişiliklerine ne derece yansıdığını anlamada bir kaynak mahiyetinde değerindedir. Abdulkadir Özcan tarafından oluşturulan bu kitap bir çalışma dizisine bağlı olan bir eser olup Osmanlı tarihinin kronolojik sırada anlaşılmasının sağlanılması adına kendisinden önceki ve sonraki ciltlerinin okunulması da yerinde olacaktır.

İZLE BUTONUNA TIKLA ABONE OL ! Yazılarınızı E-posta Adresimize Gönderebilirsiniz.