Translate

28 Ocak 2021 Perşembe

Doğu Karadeniz kemençesinde yöresel ekoller



Doğu Karadeniz müzik kültürünün temellerinden biri olan kemençe geçmişten günümüze usta çırak ilişkisi ile ve ekoller oluşturarak gelmektedir. insanın doğada var olma ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek noktasında kültürü meydana getirdiği bilinmektedir. İnsan yaşadığı coğrafyaya göre şekillenir ve bulunduğu coğrafyayı etkiler. Bu etkiler şüphesiz ki folklore de yansımaktadır. Doğu Karadeniz bölgesinde kemençe ve horon kültüründe Giresun Trabzon ve Gümüşhane başı çekmektedir. Bu illerde yaygın olarak icra edilen kemençe bu illerin belli ilçelerinde olağanüstü ilerlemiş ve ekoller meydana getirmiştir. Bu yazıda coğrafya ve kültür ilişkisi temelinde Karadeniz kemençesinin bölgeler içerisindeki farklı icra alanları ve ekoller kısaca anlatılmaya çalışılmıştır. Araştırmalar sonucunda Görele, Ağasar, Kelkit ve Sürmene e kolilerinden bilgiler verilerek ekol olamayan yeni oluşumların neden ekol olamadıklarına değinilmeye çalışılmıştır. Coğrafyadaki yaşam tarzının müziği olan etkisinden kısaca bahsedilme çalışılmıştır. Bu bilgilere değinilirken bölgenin coğrafi yapısı önceden yapılmış araştırmalar arka planındaki kaynak kişiler ve kemençenin yapsak özellikleri göz önünde bulundurulmuştur.
1. Giriş

          Günümüz Karadeniz kültürü denildiğinde akla ilk gelen şüphesiz ki kemençedir. kemençe ile ilgili araştırmamızı nasıl boyutuna geçmeden önce tarihi bazı noktalara değinmekte yarar vardır. Bugün popüler bir tartışma konusu olarak kemençenin bölgedeki farklı hakları aidiyeti ile ilgili kısır çekişmelerin bilimsel düşünce hiçbir katkısı yoktur. Bugün Karadeniz Bölgesi denilen yerde yakın döneme kadar bulunan toplulukların kemençeyi kullandığı rahatlıkla söylenebilir. Bu açıdan neresinden bakılırsa bakılsın kemençe kültürü Karadeniz bölgesine has bir kültürdür. Ancak kemençeyi kültürel özelliklerin yüklenip bugünkü ruhunun meydana getirilmesinde Türkler baş unsurdur. Kemençenin atası Orta Asya Türklerinin kullandığı Iklığ çalgısıdır.

       Türklerin bölgede kim vardı Anadolu’nun tarihin başlangıç noktası olarak ele alınan 1071 Malazgirt Savaşı’ndan çok daha eski dönemlere dayanmaktadır. Araştırmamızı nasıl kısmına tarihi bir alt yapı oluşturması amacıyla Kıpçak ve Çepni Türklerinin bölgedeki varlığına kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Kıpçaklar Kafkas üzerinden Karadeniz'e Çepniler ise Samsun ve Ordu üzerinden batıya doğru hareket sergilemişlerdir. Kıpçakların varlığı milattan önce 336 aya kadar götürmektedir. Gürcistan’a yapılan seferde Hazar Denizi kıyısına gelen İskender’in ordusunun bu sağa yerleşen Kıpçaklarla karşılaştığı bildirilir. tarih boyunca devlet kuracak bir teşkilatlanmaya girmeyen Kıpçakların, Gürcü ve Rum devletlerinin mücadelelerinde paralı asker olarak yer aldıkları görülmektedir. Bu süreçlerde Karadeniz'in doğusunda doğru geniş bir coğrafyaya yayılma imkanları bulmuşlardır. Zamanla Hıristiyanlaşan Kıpçakların, Gürcüler içerisinde asimile olduğu bilinmektedir. Doğu Karadeniz'e yerleşenlerin eridiği bilinse de Kıpçaklar dan kalma kültürel bakiyelerin varlığını koruduğu bilinmektedir. Bunlardan birisi de kemençedir. Tellioğlu'na göre kemençe Kıpçak Türkçesinden ismini almış bir müzik aletidir ve Gagavuzca'da keman anlamında kullanılmaktadır. Esas itibarıyla keman kelimesi Farsça dan alıntıdır ve bu kelimeye Türkçe çe küçültme eklenerek kemençe kelimesinin bir enstrümanı at olarak verildiğini söyleyebiliriz.

    İran üzerinden de Anadolu’ya girmişlerdir. Köprülü Çepnilerin Anadolu'da ilk olarak Batı Anadolu'daki Paflagonya ve Trabzon krallığı yerleştirildiğini bilhassa Sinop'un Selçuklular tarafından fethedilmesinde önemli rol oynadıklarından bahseder. Çepnilerin Karadeniz'de Rum imparatorluğu ile mücadelesi 1461'de Trabzon Osmanlı topraklarına katılmasına kadar sürmüştür. Bu süreçler içerisinde çiftler bugünkü Trabzon’un Batı kısmına kürtün Eynesil’de Dereli Giresun arasındaki geniş sahaya hakim durumda olmuşlardır. Osmanlı'nın bölgedeki kesin hakimiyeti ile Çepniler de Osmanlı'ya bağlı bir Türk topluluğu haline gelmiştir. Çepniler bu bölgede halen varlığını sürdürmektedirler. Aynı zamanda Çepniler enstrümanına oldukça bağlı bir millettir. İlerleyen yıllarda Osmanlı otoritesinin bozulması ile Çepniler Trabzon’un batısındaki Sürmene of Rize dolaylarına göç etmiştir. Bütün bu mücadeleler sonucunda Çepniler Sİnop'tan Batum’a kadar orta ve Doğu Karadeniz olarak adlandırılan bölümde geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Çepnilerin en önemli özelliklerinden biri Alevi olmalarıdır. Halen Anadolu’nun birçok coğrafyasında yaşayan Çepnilerin çoğunun alevi olduğu bilinmektedir. Karadeniz'deki Çepni nüfusta Hacı Bektaşi Veli'nin ilk müritleri gibi alevidir. Müzik kültürü açısından Alevi kesimin müziğe olan düşkünlüklerini Karadenizlilerin kemençeye ve horona olan düşkünlükleri ile ilişkilendirebilmemiz mümkündür.

    Karadeniz müzik kültürünün şekillenmesinde yayla göçleri önemli bir yer tutmaktadır. Bunun yanında yarı göçebe bir yaşam tarzına sahip Türklerin Karadeniz’in yerleşmeleri ile bu geleneği yüzyıllarca devam ettirdikleri görülür. Yaz ayları geldiğinde Trabzon'un doğusu ile Giresun'un batısı arasındaki bölgede insanlar otçu göçü olarak ot göçü adıyla yaylalara çıkmaktadır. sis Dağı ve kadırga yaylaları başta olmak üzere bu bölgede yer alan birçok göster kafileler şeklinde gerçekleşmektedir. Özellikle bu kesimdeki yayla göçlerinin belirli bir nizamla gerçekleşmesi ve buradaki Çepni nüfusunun yoğunluğu geleneğin çok eskilere dayandığını ve Türklerin bu geleneği oluşturduğu tespitini güçlendirmektedir. Bu göçler ile beraber yayla şenlikleri de başlamaktadır. Temmuzun 2. cuması kadırga otçusu olmaktadır. Bölgenin bu kesiminde kemençe oldukça yaygındır. Kemençe türkülerin hor onların ağıtların yol havalarının vazgeçilmez enstrümanıdır.

       Kemençe yapısal özellikleri bakımından üç telli yaylı bir çalgıdır. En yaygın bilinen akort düzenim E A D yani 4 ses aralığına sahip mi la re şeklindedir. Ya genellikle iki tele birlikte sürtülür. O zaman Ezgi paralel dörtlüklerden meydana gelir. kemençe yapımında en çok kullanılan ağaçlar ardıç erik dut akçaağaç kayısı kiraz ve kelebek ağaçlarıdır.

2: Yöntem

        2.1. Amaç

     Bu çalışma Doğu Karadeniz bölgesinde şekillenen ve bölgede yaşayan yaşamış topluluklarca yaygın bir biçimde kullanılan kemençenin bugünkü kullanım sahalarındaki ekolleri, ekoller arasındaki farklılıkları ele almayı amaçlamaktadır. Ayrıca kemençenin yapısal özelliklerinden de bahsedilmektedir. Ekol kavramına ve ekol olamayan yeni oluşumların neden ekol olamadığını denilmeye çalışılmıştır.

        2.2 Araştırma metodu

      Bu çalışma tarih coğrafya müzik ve folklor bilimlerinin imkanları ile ilgili literatür taraması ile oluşturulmuş, harita ve çizim tekniklerinden, kaynak kişilerden ve ayrıca internet tabanlı kaynaklardan da yararlanabilirsiniz.

        2.3. Sınırlılıklar

     Bu çalışmada coğrafya temeli olduğu için en büyük sınırlılığı sınır çizmeye çalışmaktır. İdari haritalar ile kesin bir sınır çizilebilir Ken kültürü sınırını çizmek oldukça titiz bir bakış açısı gerektirmektedir. Bu durumun imkansızlığı göz önünde bulundurulduğunda özellikle ekol olarak belirlenen saha isimleri tam olarak idari bir sınır işaret etmemektedir.

3. Kemençe de Yöresel Ekoller

         3.1 Görele Ekolü


        Görele Giresun Doğu kesiminde sahilde yer alan ilçenin adıdır. Görele ek olarak belirlediğimiz sağ ise Görele’ye yakın kıyı kesimi ve iç kesim yerleşim alanlarıdır. Harşit nehrinin denize döküldüğü Tirebolu ile Görele en asil ve iç kesiminde yer alan Çanakçı ilçeleri bu ekolün gelişimini devam ettirdiği yerleşimlerdir. Araştırmacılar Görele kemençesi üzerinde özellikle eğilmektedirler. En önemli sebebi icracılar arasında Silsile oluşturabilecek düzeltti geçmişe dayanan bir kemençe geleneğinin bu sahada meydana gelmiş olmasıdır. Aşıklık geleneğinde kol olarak ifade ettiğimiz bir planlamanın işlevleri ile birlikte kemençe kültüründe de var olduğunu görmekteyiz. Bu varlığı tarih olarak görülen konu dışında görmemiz mümkün değildir. O açıdan Görele kemençe kültüründe beşik olarak nitelendirilmektedir. Kaynaklarda ulaşabildiğimiz en eski kemençeciler Görele’de yetişmiştir. Tuzcuoğlu Karaman Piçoğlu Durkaya Hacı Ali Özdemir M. Kemal Cebe ile gelen silsilenin son temsilcileri günümüzde Mehmet sırrı Öztürk ve Katip Şadi idi. Bu üstatlar kısa süre önce hayata gözlerini yumdular.

    4 kuşaktan itibaren günümüzde bu kuşağı icracıları takip eden isimlerin 5 kuşak olarak ele alınmaktadır. Bilinen en eski kemençeci Tuzcuoğludur. Tuzcuoğlu Karaman Halil Ağayı yetiştirmiştir. Karaman Halil bilinen en büyük kemençe virtüözü olarak kabul edilmektedir. Kendisi yörede Karaman ekolünü oluşturmuştur. En bilinen çırağı Piçoğlu lakabı ile anılan Osmanlı göktedir. Osman Gökçe aynı zamanda Atatürk’e kemençe çalmıştır. Piçoğlu Osman eserlerini plaklara okuyan ilk kemençeciler arasında yer almaktadır. Muzaffer Sarısözen’in 1943 yılında bölgede yaptığı derlemeler sırasında Piçoğlundan da kayıtlar alınır. Bir süre sonra Ankara radyosunda türkülerini kemençesi ile Okur. P** oğlunun kemençe icrasında ki ustalığı bölgenin diğer kemençecileri kendisine öykünmesi ne neden olmuştur.

      Osman Gökçe’den sonra Kemal İpşir gelmektedir. Kemal İpşir de kendi ekolünü oluşturmuştur. Kendisi Katip Şadi Şenel dandini ve Kemal Yılmaz adlı kemençe üstadlarını yetiştirmiştir. Aynı zamanda Mehmet sırrı Öztürk günde 2. Ustasıdır. Görele tarzı çalım tekniği diğer icra alanlarından farklılıklar sergilemektedir. Bunu hor onlarla karşılaştırmalı olarak söyleyebiliriz. Bu saatte en çok bilinen horonlar Hamzabaş, Tuzcuoğlu, Sıksara, kıytırık, Haspal, Şırıp, Koltuk ve Sallama horonlarıdır. Görele kemençesi tiz bir yapıya sahiptir. Görele çevresinde kemençe geleneği bugün de canlı bir şekilde yaşanmaktadır. Kimliğin bir ifade aracı olarak görülmektedir. İkincisi uyum sağlayabilme yeteneğine sahiptir. Ayrıca geçmişten günümüze bu yöreye ait 26 farklı usta icracı saptanmıştır.

      Bu veriler ışığında hem nicelik hem nitelik bakımından bu sahaya ait kemençeciler geleneğinin oldukça köklü olduğu açıktır. Saptanan isimler arasında Ahmet Ala, İbrahim Kavraz Mehmet Gündoğdu gibi isimler bulunmaktadır. Bu isimler icra bakımından Görele ekolünün günümüzdeki temsilcileri durumundadır.

         3.2Ağasar Ekolü

      Asar ile aldığımız sağlar içerisinde vadi kültürünü tam olarak yansıtmaktadır. Ağasar Deresi'nin oluşturduğu Ağasar vadisi dağlık ve engebeli şekilleri sebebiyle ulaşım imkanı oldukça sınırlandırılmıştır. Bu etkenler etkileşimi sınırlandırılmış ve kültürel anlamda bir kapalılık meydana getirmiştir. Bu ekolün ön plana çıktığı farklılık türkü söyleme gelinlerini olan düşkünlük tür. bunu da icra mekan ilişkisi bağlamında ele alırsak oturak alemi değerinin boya gölde etkin rol aldığını görebiliriz. Atma türkü geleneğinin de diğer sahalara göre bu sahada daha canlı icra edildiği görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında icradan ziyade sözel boyutunu ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Oturak alemlerinde kemancının yanında bir de türkü söyleyen vokalist bulundurmaktadır ve ilginin bu vokalistin üzerinde yoğunlaştığı gözlenmektedir. Buraya yaz kemençeciler İntizar korktu ve küçük yapıda olduğu havalara icra edenlerin boğazları yırtılırcasına bağırarak tiz sesleri kullandığını bölge insanının seçici olduğunu kendi kemençe tavırlarının dışında yorumları dinlemedikleri ve bazı ortamlarda bu gibi icraları eleştirdiklerini tespit etmektir. Ayrıca bölgenin horon kültürde oldukça orijinal bir görünüm sergilemektedir. Özellikle kız kolonlarındaki zariflik ve figürler deki zenginlik bu sahayı değerli kılmaktadır. Bu ekolün geçmiş dönem icracıları arasında Ali Cinkaya Ahmet yanık Kazım Gülbahar Süleyman Yaşar yer almaktadır. Günümüzde bu ekolün Umut Ayvaz temsil etmektedir.

        3.3. Sürmene Ekolü

        Sürmene ekolü ele aldığımız diğer iki sağa olan Ağasar ve Görele’den daha belirgin özellikler ile karşımıza çıkmaktadır. Sürmene ve çevresi coğrafi olarak Trabzon’un doğusunda yer aldığı için diğer iki bölgeli etkileşimi yok denecek düzeydedir. Bu okulun eserleri daha düşük metronomdadır. Sürmene koli olarak belirlediğimiz bu sağa içerisinde Trabzon'un Sürmene ilçesi merkez olmak üzere Araklı of ve iç kesimdeki Çaykara ilçeleri ile birlikte buraya yakın küçük yerleşimler yer almaktadır. Sürmene ekolünün etkin olduğu sahalarda yakın döneme kadar kemençe kadar rağbet gören bir enstrüman da kavaldır. Kavaldan çok sayıda eser kemençeye uyarlanmıştır. Bursa'daki kemençeler Görele ve Ağasar sahalarındaki kemençelere göre daha pes seslidir. Bu sahada yetişen kemençe icracılarından Fahrettin Dilaver Görele icrasına özenmektedir. ancak yakın zamana kadar geçerli olan bu tespiti günümüz icralarında gözlemlemek mümkün değildir. Günümüz Sürmene ekolü icracılarının tarzı ile benzerlikler sergilediğini görmekteyiz. Bunun sebebi mübadeleden önce bölgede yaşayan halkta yoğun olarak bulunmasıdır. günümüzde bu ekolün genç kuşak icraatlarının sosyal medyanın vermiş olduğu imkanlar ölçüsünde tartışalım sitenin takip ettiğini söyleyebiliriz. Bu ekolünün temsilcileri Fahrettin Dilaver Bahattin Çamurali ve Yusuf Cemal Keskin dur.

        3.4. Kelkit Ekolü

Vadi merkezi olarak ele aldığımız ekollerden birisi de Kelkit tir. Bu ekolün oluştuğu sağlar Giresun Şebinkarahisar ilçesi merkez olmak üzere Alucra Çamoluk Sivas’ın Suşehri ve Koyulhisar ilçeleri ile Ordu’nun Mesudiye ilçesinde meydana gelmektedir. Bu sağa oldukça ilginç görünümler sergilemektedir. Diğer ekollerde görülen daire boyutlu etki alanı bu ekolde çizgi boyutunda seyretmektedir. Bunun sebebi de Kelkit nehrinin akış yönüdür. Yerleşimleri kültürel birlikteliğe sevk etmiştir. Kelkit vadisi kültürü Karadeniz’in kıyı kuşağı kültüründen uzak bir görünümdedir. Bu vadi iç Anadolu ile Karadeniz arasında bir geçiş oluşturduğu için kültürel özelliklerde geçiş özelliği sergilemektedir. Figürüne benzer figürler göze çarpmaktadır. ayrıca bu yörenin horonları kıyı kuşağında yer alan hor onlardan ritmik olarak da farklıdır. Kıyı kuşağında 24 ve 78 ritme sahip horonlar bu sahada daha çok 5 8'lik ritimlerle oynanmaktadır. Ayrıca bu yörenin horonları metronom açısından oldukça yavaştır. Kelkit ekolünün kemençe icracısının Rum tarzının otantik icraları ile örtüştüğünü söyleyebiliriz. özellikle 58 zamanlı müzik ve horonlar da bu durum oldukça belirgindir. Kemençenin kullanımı da yaygın olmakla birlikte görelim müzik kültürünün en önemli enstrümanları davul ve zorundadır Bursa'da müzik kültüründe uzun havalar önemli bir yer tutmaktadır. Kemençe de genellikle bu havalara eşlik etmektedir ve icra olarak oldukça farklı bir yapıya sahiptir. Bu ekolün temsilcileri Mesudiyeli Rüştü Tuncalı Ahmet Karahisarlı Şenel lazut zikredilmeye değerdir.

         3.5. Diğer yöreler

Yaratmadığı yöreler kısaca ele alınmaktadır. Bu yörelerde icracı sayısı azdır ve Silsile oluşturacak bir yapıya rastlanmaz. Ordu yöresinde kıyık şu anda altın Ordu Perşembe ve Fatsa’nın Doğu yerleşimlerini horon ve kemençe kültürü vardır. bu yörede davul ve klarnet in yanı sıra kemençede türküler ve hor onlara eşlik eden bir görünüm sergilemektedir. Perşembe civarında Ordulu kemençeci Yunus Osman Gökçe ve Rizeli sadık ile aynı dönemde yaşamış ve eserlerini plaklara okuyacak düzeyde bir üretkenlik sergilenmiştir. günümüz kemençecilerinden Hayri Arslan Rıza Can özel ve Hakan Filiz farklı icra teknikleri ile karşımıza çıkmaktadır. Kültürel unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Seri bir şekilde kemençe ile oynanmaktadır. Rize’nin doğusundan Batum sınırına kadar uzanan çizgide ön plana çıkan enstrüman tulum dur. Bu nedenle kemençe daha çok tuluma eşlik etmek amacıyla kullanılır.

          4. Yapısal özellikler

Yörede en çok kullanılan ses olan sol# sesinin günümüzün en iyi kemençe yapım ustası kabul edilen Yakup Aydın dan alınan ölçüleri;

Tercih edilen ağaçlar

  • Ardıç: neme dayanıklı, sağlamdır

  • Erik: daha yanık ses verir

  • Kalebek: daha tatlı ve temiz ses verir

Dip kısmın eni 9.5 cm

Baş kapak bitiminin eni 6.5

Kapak boyu 41.5

Perde boyu 8.5 cm

Köprü boyu 11 cm

Alt eşik yüksekliği 1.3 cm

Üst eşik yüksekliği 0.2 cm

Tel kalınlıkları

  • Zil(ince) tel : 0.25 mm

  • Orta tek : 0.28

  • Sağır (bam ) teli: 0.42 mm

        Günümüzdeki kemençe icracılarının birçoğu sanatı tamamen para kazanmak için yapma anlayışına sahip olduğundan ana eserleri giderek bozulmakta ve doğallığını yitirmektedir. Günümüz kemençe icracıları usta çırak ilişkisi ile değil tamamen popülaritenin esiri olup sosyal medyada daha fazla göz önünde olmak için kemençe icra etmeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle yeni kemençe üstatların çıkması çok güç bir duruma gelmiştir. Bu icra acıların neredeyse tamamı orijinal ekollerden bir haber kemençe çalmaya çalışmaktadır. hal böyle olunca hiçbir zaman doğru çalın tekniğinden haberleri olmayacaktır. Bu konu daha günümüzde tek çalışma yapan isim Sultan Mehmet Gündoğdu dur. kendisi kitap yazmış ve onlarca öğrenci yetiştirmeye çalışmaktadır. Usta çırak ilişkisinde 5. Kuşaktan sonra bu denli ileri derece icra yeteneğine sahip tek insandır. Kendisi ütü konservatuarı mezunudur. Onun gibi isimlerin daha çok artması kültürünün korunması adına daha doğru olacaktır. Saygılarımla.










HAZIRLAYAN: Muhammet KUDU

Türk Müziği Lisans 4


KAYNAKÇA

Yakup Aydın (Trabzon Vakfıkebir kemençe ustası)

DOĞU KARADENİZ’DE MÜZİK VE HORON GELENEĞİ (YAZARI: SULTAN MEHMET GÜNDOĞDU)

DOĞU KARADENİZ KEMENÇECİLİK GELENEĞİNDE YÖRESEL EKOLLER (ONUR YILMAZ)

AKAT, ABDULLAH (2012) DOGU KARADENİZ BÖLGESİNDE ÇEPNİLER VE MÜZİK

BOSTAN,M. HANEFİ (2010) ANADOLU’DA ÇEPNİ İSKANI . TÜRKLER, ANKARA: YENİ TÜRKLER YAYINI

COŞKUN ELÇİ, ARMAĞAN (1997) MUZAFFER SARISÖZEN (HAYATI, ESERLERİ VE ÇALIŞMALARI. ANKARA KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI.

KÖPRÜLÜZADE, MEHMET FUAD (1925) OĞUZ ETNOLOJİSİNE DAİR TARİHİ NOTLAR. TÜRKİYAT MECMUASI

TELLİOĞLU, İBRÂHİM (2007). OSMANLI HÂKİMİYETİNE KADAR DOGU KARADENİZ’DE TÜRKLER, TRABZİN SERANDER YAYINLARI





13 Ocak 2021 Çarşamba

Kitap Tanıtımı


                      Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913)


Abdulkadir Şenkal

Öncelikle kitabın içerik açısından zengin ve bilgi dolu olduğunu, okurken bilgilendiğim kitaplardan bir tanesi olduğunu söyleyebilirim. İçerikten evvel yazar Şevket Pamuk’tan bahsetmek isterim. Kendisi Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü ve Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir. Türkiye’de ve yurtdışında pek çok üniversitede ders veren Pamuk,2008-2013 yılları arasında London School of Economics’de öğretim üyeliği yapmıştır ve aynı üniversitedeki Çağdaş Türkiye Çalışmaları Kürsüsünü yönetmiştir. 2003-2005 yılları arasında Avrupa İktisat Tarihi Derneği’nin başkanlığını yapmıştır. 2012-2014 yılları arasında Asya İktisat Tarihi Derneği’nin başkanlığını, 2012-2015 arasında da European Review of Economic History dergisinin editörlüğünü yapan Pamuk, Bilim Akademisi ve Avrupa Bilimler Akademisi üyesidir.

Kitabın içeriğine gelecek olursak; Kitap giriş bölümü birinci bölüm olmak üzere toplam yedi bölümden oluşuyor. Birinci bölümde 19. Yüzyılda çevreleşme sürecini, çevreleşme türlerini ve 19. Yüzyıl’ın başlarında Osmanlı Ekonomisinden bahsetmiş. Osmanlı ekonomisinden bahsederken bugünün tarih yazımında 17. ve 18. yüzyıllar Osmanlı ekonomisi ve Osmanlı toplumu için bir gerileme dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu ve bunun gibi gerileme dönemlerinde genel olarak devletlerin ekonomilerinde iyileşme olamayacağı ekonominin kötü gidişata ayak uyduracağı düşünülür. Fakat yazar burada farklı bir görüş belirterek, Devletin gücü gerilerken ve vergi toplayamayan devletin mali buhranı yoğunlaşırken, ekonomide canlanma görülebileceğini söylemiştir. Osmanlı Ekonomisinde 16. Yüzyıl sonlarında ve 17. Yüzyıl zanaatlerde bir gerilemenin ortaya çıktığına işaret eden bilgiler vardır. Öte yandan veriler, 18.yüzyılda Balkanlar’dan, Batı Anadolu’dan ve Suriye’den Avrupa’ya yapılan tarım ürünleri ihracatında bazı artışlar olduğunu göstermektedir. Bu, tarımsal üretimdeki artışın bir yansıması olabileceği gibi, yalnızca tarımsal üretimin bileşimindeki değişikliğin göstergesi de olabilir. 19. Yüzyılın başlarında ise üretim düzeyleri, sermaye birikimi ve teknolojik değişme açısından Osmanlı ekonomisinin durumunu en iyi yansıtacak kavram, durgunluk olacaktır. Kitabın ikinci bölümünde ise Osmanlı Dış Ticaretindeki Uzun dönemli dalgalanmalar şeklindeki başlık altında 1838 yılının 16 ağustos günü Sadrazam Reşit Paşa’nın Boğaziçi’nde Balta Limanı’ndaki konağında Reşit paşa ile İngiliz elçisi Ponsonby iki devlet arasında aynı yıl Fransa ile ve diğer Avrupa devletleriyle imzalanacak olan Serbest Ticaret anlaşmasını, Osmanlı dış ticaretinin yeniden dökümünü, dış ticaret üzerine yazarın genel gözlemlerinden, Osmanlı ekonomisinin genişleme ve durgunluk dönemlerinden ve Devletin ihracata yönelişinden bahsetmiş. Tabi yazar bunlardan bahsederken tüm konuları tablolar halinde ve detayları ile göstermiş. Üçüncü bölümde ise genel olarak Dış ticaretteki dalgalanmalardan veriler ve endekslerden, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ihraç edilen birincil mallar ve ithal edilen mamul mallar arasındaki ticaret hadlerini karşılaştırmış, Osmanlı dış ticaret hadlerinin yalnızca bir ya da birkaç tarımsal ürünün dünya pazarlarındaki kaderine bağlı olmadığını söylemiş ve 1880 sonrası dönemde belli başlı ihraç malları tütün, kuru üzüm, incir, ham ipek, ham yün, afyon, buğday ve arpa olduğundan önemi daha az olan ve hiçbirinin toplam ihracat içindeki payının yüzde 5’i aşmadığı ürünlerin ise meşe palamudu, fındık, pamuk ve zeytinyağı olduğundan bahsetmiştir. Son olarak bu bölümde yazar tütünün Osmanlı imparatorluğunun “Türk Tütünü” nün hemen hemen tek ihracatçısı olması, gerekse ülkedeki tütün ekimi ve ihracatının özel koşulları nedeniyle, Osmanlı’nın ihraç malları içinde en ilginç örneği oluşturduğundan bahsetmiştir. Dördüncü bölümde ise Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı sermaye yatırımlarını, dış borçlardaki yabancı sermaye yatırımlarını, yabancı yatırımlarda Avrupa ülkelerinin değişen paylarını, ticaret, sermaye ve emperyalistler arası rekabetleri başlıklar halinde açıklamıştır. Yazar Osmanlı imparatorluğundaki yabancı sermaye yatırımlarını iki başlık halinde incelemiş, bunlardan birincisi,1854 yılından itibaren devletin Avrupa borsalarında tahvil satarak borçlanma sürecidir. Çok hızlı bir biçimde ve yüksek faizlerle borçlanan Osmanlı Devleti, 1876 yılında borç ödemelerini sürdüremez duruma gelmiş ve 1881 yılında Avrupalı alacaklıların kurdukları Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin mali denetimini kabul etmek zorunda kalmıştır. Dış borçlanma süreci bu tarihten sonra da, iniş ve çıkışlarla, 1. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. Yabancı sermaye yatırımlarının ikinci biçimi ise Osmanlı sınırları içinde Avrupa sermayesi tarafından kurulan demiryolları, liman işletmeleri, bankalar, maden işletmeleri, ticaret evleri, su, gaz ve elektrik şirketleri gibi işletmelere yapılan yatırımlarla bunlara verilen borçlardan oluşmaktadır. Avrupa sermayesinin bu işletmeler üzerindeki dolaysız denetimi nedeniyle nu tür yatırımlara dolaysız yabancı yatırımlar adı verilmektedir. Yazar bu bilgilerin hemen hemen hepsini tablo halinde vermiş, verileri ve detayları da ayrıntılı bir şekilde göstermiş. Beşinci bölümde Anadolu’daki Tarımsal faaliyetlerin ihracata yönelişini yani dış ticaretin genişlemesi ve yabancı sermaye yatırımlarının üretim alanındaki sonuçlarını,19. Yüzyılda Osmanlı tarımında görülen en önemli değişikliğin Pazar için üretimin yaygınlaşması, tarımsal üreticilerin önceki dönemlerden çok daha güçlü bir biçimde Pazar ilişkilerinin içine çekilmelerinden, Anadolu’ya yapılan göçlerin tarımsal yapılar üzerindeki etkilerinden, 1869 yılında Asya vilayetlerindeki toprak mülkiyetleri ve kiracılık biçimlerinden ve bölgelere göre tarımsal yapılardan yani Batı Anadolu, Trakya ve Makedonya, Doğu Karadeniz Kıyısı, Adana, Orta Anadolu ve Orta ve Güney Eşikleriyle Doğu Anadolu bölgelerini başlıklar halinde incelemiştir. Altıncı bölümde zanaatlerin ikinci planda kalmamak ve varlığını sürdürebilmek adına direnişini ve bu sürece çok fazla uyum sağlayamayıp gerileyişinden, 19. Yüzyıl başlarında Osmanlı zanaatlerinin pamuklu tekstil dalından, 1870 öncesinde üretim ve istihdamdaki gerilemeden, 1880 sonrası üretim ve istihdam durumundan, zanaatlerin direniş ve uyum biçimlerinden ve pamuklu tekstil dalında modern fabrikaların ortaya çıkışı ile ilk fabrikalardan devlet tarafından bir dizi sanayi tesisi kurulduğundan, ithal mallarının rekabetinden devlet tarafından korundukları halde bu fabrikaların çoğu kısa zamanda çökmüştür. Yedinci ve son bölümde ise, Osmanlı toplumu ve ekonomisi için 19. Yüzyıl, öncekilerden çok farklı bir dönem oluşturduğundan. Yüzyılın başlarında, Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde kendi kendine yeterli olduğundan ve Osmanlı ekonomisinin açılışı ve büyümesinden bahsetmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Tarihinde 19. Yüzyıl dünya ekonomisiyle bütünleşme açısından ayrı bir önem taşır. Ticaret ve yabancı sermaye yatırımları 1820’lerden itibaren Osmanlı ekonomisini Avrupa kapitalizminin etki alanına çekmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin devralacağı iktisadi yapılar bu dönemde ortaya çıkmıştır.











10 Ocak 2021 Pazar

XVII. YÜZYILDA OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA GEMİ TEKNOLOJİSİNDEKİ DEĞİŞİM: KÜREKTEN YELKENE GEÇİŞ


 

Nagihan BİLGİN

Denizcilik tarihinde kürek ve yelken kullanımı, neredeyse insanlığın bilinen ilk medeniyetleri kadar eskiye uzanmaktadır. Kürek kullanımı yeniçağ ve özellikle coğrafi keşiflere kadar yaygın olarak görülmüş, yenidünyanın keşfinden sonra keşifler çağıyla birlikte yelkenli teknolojisi, kürekli gemilerden aldığı denizcilik mirasını da (rüzgârların ve akıntıların denizcilikte kullanılması, gemi yapım teknikleri, vb) bünyesine katarak bayrak yarışını devam ettirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun deniz gücü 16. yüzyılda Akdeniz'e hâkim olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları Atlantik üzerinde kurulmuş olmasına rağmen etkili bir denizcilik politikası izletemediler. 1645 Girit Muharebesi'ne kadar Osmanlı Devleti, Akdeniz'e büyük çaplı seferler için gitmemiş, sadece sahili korumak için yelken açmıştır.Osmanlı Devleti mutlak gücünü kadırga kuvvetleriyle sürdüremeyeceğin farkındaydı. 16.yüzyılda ortaya çıkan bu yenileşme düşüncesi Osmanlı İmparatorluğunda filizlenerek gelişmiştir.

17. Yüzyıl tekabül eden zaman diliminde Osmanlı imparatorluğu modernizasyona yeterli derece önem veremeyecek konumdaydı. Siyasi ve ekonomik sorunlarla boğuşan imparatorluk, batının deniz gücü karşısında epey geri kalmıştı. Çağdaş devletler tarafından uygulanan kalyonculuğa öncelik verilmek istenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda kalyonlar yelkenli gemilerde kullanılmasına rağmen henüz ana gemi tipi haline gelmemiş ve kullanımında herhangi bir deneyim kazanılmamıştır.. Yelken devrinde, Batılı Devletler ne derece güçlenirlerse güçlensinler, teknik hep aynı teknik olduğu için yelken ve kürekle hareket eden, basit topları olan savaş gemilerinin hem inşası hem korunması kolay aynı zamanda ucuz maliyetli olmaktaydı. Sokullu zamanında dünyanın en büyük imparatorluklarından biri, belki de birincisi olan Osmanlı İmparatorluğu için yeni bir donanma meydana getirmek mali açıdan hiç de önemli değildi. Ayrıca Ege ve Akdeniz sahillerinden gemi veya gemici tedarik etmek de çok kolaydı.Savaşlarda kara kuvvetlerinin yeterli olacağını düşünen Osmanlı İmparatorluğu, büyük bir yanılgıya düşmüştür. Diğer devletler gemi üzerine yoğunlaşırken devlet daha çok süvari birliğine odaklanmıştı. Sosyal ve siyasi nedenlerinde etkisinin yoğun olarak hissedildiği gerileme dönemi başlamıştı. Gelişen teknoloji hammadde arayışını beraberinde getirmiş devletler artık uzak mesafelere yol almak uğuruna gemi teknolojisine büyük önem vermeye başlamıştır. Bu nedenle gemi teknolojisinde de bütün gemiler ancak XVIII. yüzyılda kalyona dönüştürülmüştür. Bu yenilgideki ana sebep kalyon kullananımın da yeterli bilgiye sahip olunmaması bu bağlamda görevli mürettebatın tecrübesiz olmasıdır. Venedik’le yapılan deniz savaşlarında Osmanlılar, pek çok kalyon kaybetmesine rağmen her yıl yenilerini inşa etmeye devam etmiştir. Denizi ve Karadeniz kıyıları ile Akdeniz sahillerindeki memleketler Osmanlı Devleti topraklarına katıldıkça donanmaya ve deniz gücüne duyulan ihtiyaç artmıştı.

Denizcilik tarihinde kürek ve yelken kullanımının geçmişi, insanlığın bilinen en eski uygarlığına kadar izlenebilir. Yenidünyanın keşfinden sonra, yelkencilik teknolojisi, tekneciliğin deniz mirasını (rüzgâr ve akıntıların kullanımı, gemi inşa teknolojisi vb.) Birleştirerek bayrak yarışına devam etmiştir. 17.yüzyıl zaman diliminde yabancı unsurlar Osmanlının ekonomisinde etkin bir duruma gelmeye başladılar. 18.yüzyılda Doğu Akdeniz’deki ticaret geniş ölçüde yabancı devletlerin eline geçmişti. Bu yüzyıllarda Osmanlı devleti iç ve dış sorunlarla boğuşmaktaydı. Batı’da ortaya çıkmış olan yeni tekniklere uyum sağlanamaması ve etkin bir ticaret filosunun bulunmaması bunalımın asıl nedenleri arasında gösterilmektedir. Yelkene dayalı denizcilik faaliyetleri sanayi devrimine kadar etkisini sürdürmüştür.Osmanlı İmparatorluğunda deniz gücü gelişmeye başlasa da karlofça Antlaşması’yla sonuçlanan yenilgiler yaşanmıştı. Osmanlı donanması, Karlofça Antlaşması’yla Venedik’e verilen Mora’nın, 1718 Pasarofça Antlaşması’yla geri alınmasında önemli rol oynamıştı.1717’de Venediklilerle yapılan üç deniz savaşını da Osmanlılar kazanmıştı. Venedik karşısında alınan galibiyetlerle kadırgadan kalyona geçişteki yeni yapılanmanın etkisi görülmüştü. Kalyonculuğun gelişmesiyle Osmanlı donanması, 1770 Çeşme yenilgisine kadar Akdeniz hâkimiyetini elinde tutmuştu.1700 İstanbul Anlaşması’yla Azak Kalesi’ni ele geçirerek ilk defa Karadeniz’e çıkma fırsatı bulan Rusya, Osmanlıların için tehdit idi.Çeşme Baskını’ndan sonra 1774-1789 arasında özellikle gemi yapımında önemli adımlar atıldı. Sultan III. Mustafa, bilgi ile donatılmış deniz subayları eğitmek için faaliyete geçti. Bu nedenle Baron de Tott isimli Fransız mühendis, donanmayı modernleştirme çalışmalarında görevlendirildi. Ayrıca Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından, 1773 tarihinde, “Tersane Hendesehanesi” adıyla bugünkü Deniz Harp Okulunun temeli atıldı. Yelkenli gemiciliği dünyada azaltan ve sonra da ortadan kaldıran şüphesiz buharlı gemilerin etkin bir biçimde kullanılmaya başlanması aynı zaman da hızla yayılması olmuştur. Osmanlı denizciliği Endüstri devriminin doğal bir sonucu olan buharlı gemicilik ile yeni bir döneme girmiştir. Bu dönem 1820’li yıların sonunda başlamış ve Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir. Buharlı gemi teknolojisi Osmanlı devletinde etkisini 1840 yılından itibaren daha açık olarak hissetmiştir. 1840-1860 arası savaş vapurları ve ticari vapurların inşa edildiği ve yabancı devletlerden gemi siparişlerinin verildiği bir dönem olmuştur. Buharlı gemiler adeta yelkenli gemilere rakip olarak çıkmıştır. Buharlı gemiler savaştan ziyade ticari alanda daha etkin konumdaydı. XVII. yüzyılın başlarına gelindiğinde denizcilik faaliyetleri gerilemeye yüz tutmuştu. Barbaros Hayrettin Paşa ve Turgut Reis gibi tecrübeli denizcilerin yetişmemesinin yanı sıra, gemicilik alanında yaşanan modernizasyonun özenle takip edilememesi bu gerilemenin en temel nedenleri arasındaydı. XVII. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde iki aşamalı bir süreci takiben Osmanlı denizciliği tamamen kalyona geçmişti. İlk aşama, 1060-1072/1650-1662 yılları arasındaki deneme dönemi olup, sonrasında yeniden kadırgaya dönülmüştür.1093-1682 yılında ise Osmanlı donanmasında kesin olarak kalyon dönemi başlamıştır. Kalyon ’un Osmanlı donanmasında önem kazanması XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra buharlı gemilerin kullanımına geçilmesine kadar Osmanlı gemiciliğinin ana unsurları kalyon-kadırga gemileri veya diğer adıyla kürekliler-yelkenlilerdi. Kürekli gemiler sınıfına girenlere çektirme, çektirir, çektiri gibi isimler verilmekte, yalnız yelkenle hareket edenlere ise yelkenli veya kalyon sınıfı gemiler denilmekteydi. Kürekli gemiler sınıfında büyük donanma gemileri arasında fırkate, kalyate (kalyata), kadırga, baştarda, mavna, ince donanma gemileri arasında ise karamürsel, şayka, işkampoye, üstüaçık, çekevele, kancabaş, at gemileri, taş gemileri, top gemileri, at kayığı, ateş kayığı gibi gemi çeşitleri bulunuyordu. Yelkenli gemilerde ise kalyon, burtun, barça, eğribar gibi çeşitli isimlere sahip gemiler ve deniz araçları mevcuttu.Kalyon üretimi XVII. Yüzyıl ortalarından itibaren üretimi başlamıştır. Navarin ve Sinop baskını diğer devletlerin gerisinde kaldığını açıkça gören Osmanlı devleti, modernleşme adımlarına hız vermiştir. İmparatorluk Çeşme'de donanmasını kaybederken Karadeniz'de hem Kırım'ı hem de  buradaki üstünlüğü Ruslara kaptırmaya başlamışı. Bu zor yıllar, çağdaş anlamda eğitim vermek üzere kurulan Mühendishâne-i Bahr-i Hümayun Mektebini kazandırdı. Sanayi Devriminin getirdiği modernizasyon buhar gücünün de savaş gemilerine yansımasını sağladı. Batıdaki gelişmeler yakından takip edilse de, hızlı bir şekilde batıya ayak uydurulmasından başka çare yoktu. Yunan isyanları deniz gücünün önemini gözler önüne sermişti. Batıdaki teknolojileri benimsemek zorunlu hale gelmişti. II. Mahmud döneminde İngiltere'den ilk buharlı gemi Ermeni tüccarlar tarafından satın alındı. Sultan Abdülmecid'in Eser-i Cedid adı verilen bir buharlı gemi ile Midilli'ye kadar yaptığı teftiş seyahati yeni gelişmelerin önemini bir kat daha ortaya koymuştu. Nitekim Sinop baskınında imha edilen Türk gemilerinden birkaç tanesi buharlı teknolojisine sahip idi. Girit isyanları bu gelişmelerin zorlayışı oldu.

II. Abdülhamid devrinde donanmada gelişmeler durdu. Ertuğrul gemisinin Japonya'da dalgalara yenik düşmesi bunu ifade ediyor. Osmanlı donanması bu tarihlerden sonra kendisini toparlayamadı. Ancak Çanakkale savaşlarında boğazdaki mükemmel savunma sevk ve idarenin başarısı idi. denizciliği de etkilemiştir. Diğer ülkelerdeki tersanelerle karşılaştırıldığında, Osmanlı İmparatorluğu tersanelerinin Gemi inşa faaliyetlerinin ölçeğini, milli tersaneleri ve donanmanın icrasını daha iyi anlayabilirsiniz.16. ve 17. yüzyıllarda Akdeniz’de tersane-i amire’ nin yegane benzeri sayılabilecek olan Venedik tersanesinin aynı senelerdeki gemi inşa faaliyetlerine ulaşmak mümkün olmamakla birlikte, yakın senelerden istifade ederek her iki tersane arasında kısmen fikir sahibi olunmak mümkün. Mesela 1583’te Venedik tersanesinde 18 kadırga inşası tamamlandığı halde tersane-i amire de 13 baştarda inşa ve 11 baştarda ile 36 kadırga tamir edilmiştir. Bu tersanede buharlı gemilerin ortaya çıkısına kadar kürekle aynı zaman da yelkenle hareket eden savaş gemileri inşa edildi. Bunlar arasında kadırga, baştarda gibi çeşitli gemilerdir. Savaş zamanlarında tersanede gemi inşasının arttığı görülmektedir.

 Osmanlı İmparatorluğunda 17.yüzyılın sonlarına doğru kadırga inşasının durduğu ve kadırgaların yeni kalyonlara terk ettiği görülmektedir. Kalabalık askeri nizamı sayesinde dünyanın büyük donanmasına tersanelerinde rahatlıkla inşa eden Osmanlılar, gemilerinin açık denizlere yol almasıyla birlikte bu defa donanmaların sevk ve idaresi meselesi ile karşı karşıya kaldılar her donanmanın sefere çıkısında binlerce mürettebatın hazır hale getirmesi ve onların ihtiyaçları olan malzemelerinin temini, ayrı bir organizasyonu gerektirmekteydi. Osmanlılar her ne kadar gemi teknolojisi ve gemicilik ıslahatları bakımından batı devletlerine kıyasla, 17 yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı donanmasının esasını kürekle hareket eden ve yelkeni yardımcı olarak kullanan çektiri sınıfı gemiler teşkil etmiştir. Osmanlıların 17. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kalyona geçme teşebbüsleri iki aşamada gerçekleşmiştir. Kalyonlar çektiriler gibi hızlı olmadığı ve henüz ön sıraya geçmediği için kadırgaların yedeğinde gidiyorlardı. Kalyonları geliştirmek ve Osmanlı denizciliğini organize etmek amacıyla yapılan en önemli düzenleme 1701 tarihli bahriye kanunnamesidir. 18. Yüzyıl boyunca Osmanlı denizciliği kalyonların adım adım gelişmiştir. Denizlerde yeniden etkin bir güç olarak varlık göstermeye başladı. Kadırgalar, diğer devletlerdeki örneklerine paralel olarak yüzyılın ortalarından itibaren sahneden çekildi. Sadece Kaputan-ı Derya’ları bindiği baştarda, 18. Yüzyılın sonlarında aynı zamanda bir merasim gemisi olarak mevcudiyetini korudu.Tarih boyunca birçok devletin hâkimiyet sahasını oluşturan denizler ucuz ulaşımın temelini oluşturuyordu. Devletlerin denizle olan ilişkilerinin temelini; ekonomik çıkarlar ve güvenlik ihtiyaçları oluşturmaktadır. Başlangıçta salt deniz ticaretine dayanan ekonomik çıkarlar, giderek deniz politikalarının gelişmesine neden olmuştur. Osmanlı Devleti kuruluşu itibarıyla kara devleti görünümünde olmasına rağmen, özellikle batı yönünde genişleyebilmesi için deniz gücüne ihtiyaç duymuştur. Balkanlar ve Akdeniz bölgesinde hâkimiyet oluşturmaya çalışan Osmanlı devleti batıdaki gelişmeleri salt bir biçimde takip edemedi Etrafında Ceneviz, İspanya ve Portekiz gibi güçlü donanmaya sahip ülkeler bulunmaktaydı. 

    XV. yüzyıl başlarında denizcilik alanına yapılan yatırımlar, aynı yüzyılın sonunda ve XVI. yy ’da sonuç vermeye başladı. Türkler gelişen gemi teknolojisi ile Avrupa’nın denizci devletleri ile boy ölçüşecek hale geldiler. Zamanla üstün nitelikte denizciler yetiştirmeleri veya bu denizcileri kendi bünyelerine katmalarıyla iç denizlerin hâkimi durumuna geldiler. Dünya ticaretinin büyük bir kısmının döndüğü bu denizler onlara ayrıca ekonomik bir güç de sağladı. Ancak her ne olursa olsun genişleyen coğrafi alan ve çoğalan etnik unsurlar devlet yönetimini zorlaştırdılar. XVI. yüzyılın sonlarına kadar Batı Akdeniz’de bulunan İspanya’ya karşı seferler düzenleyen devlet Portekizlilere karşı önemli mücadelelerde bulunmuştur. Sinan Paşa ve Turgut Reis’in Trablusgarp’ı alması, Piyale Paşa’nın yardım maksadıyla donanmasıyla gidip İspanya kıyılarını vurması, Tunus’un alınmasıyla Kuzey Afrika’nın Batı ucu dışındaki bölgede Osmanlı egemenliği kurulmuştu. XVI. yüzyıldaki kazanılan savaşların sebeplerinden bir tanesi de donanmanın gelişmiş zamanla güçlü bir donanmaya sahip hale gelmiş ve karada olduğu gibi denizlerde de hâkimiyetini sürdürmüştür. XV-XVI. yüzyıllar boyunca, imparatorluğun Karadeniz’de, Kuzey Afrika kıyılarında, Akdeniz’de ve Kızıldeniz’de yayılışı, Venediklilere, Osmanlı Devleti eskisi gibi güçlü görünmeye çalışsa da kabiliyetli denizciler ve kaptanlarını kaybettiğinden dolayı eski gücünü toplayamamıştır. 


 KAYNAK

BOSTAN, İdris, Türk Denizcilik Tarihi 1, Deniz Yayınları,  İstanbul 2009, s. 30-45.

BOSTAN, İdris,  Osmanlılar ve Deniz, Küre Yayınları, İstanbul 2007, s.42-65.

DENİZ, Ahmet, “Osmanlı Devletinin 18.yy Kadarki Deniz Ticaretinde Liman Kentlerine Genel Bakış”, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, C.7, S.19, 2019, s.376

DÜZCÜ, Levent,  “Yakınçağ Türk Denizcilik Tarihinde Yaklaşımlar, Zorluklar ve Temel Çalışma Alanları Üzerine Deneme”, Tarih Dergisi, C.2, S.60, 2014, s.97-98.

EKİNCİ, İlhan, “Osmanlı Devleti’nde Bazı Nehir ve Göllerde Vapur İşletme Teşebbüsleri”, Arayışlar İnsan Bilimleri Araştırmaları Dergisi, C.1, S.2, 2000, s.68-90.

EKİNCİ, İlhan, “XIX Yüzyılda Osmanlı Deniz Ticaretinde Değişim ve Tepkiler”, Tarih İnceleme Dergisi, C.21, S.2, 2006, s.36-40.

GÖKÇE, Evren,  “Kemer Edremid Kazası ve Osmanlı Donanmasına Yaptığı Katkılar: Malzeme, Personel ve Gemi İnşa Tezgâhı”, Anan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.1, S.1,2002,s.61-64.

ÖZDEMİR, Mustafa Murat, “Denizcilikte Yelkenliden Buharlılara Geçiş Dönemindeki Tereddütler Ve Tartışmalar”,   Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Dergisi, C.1, S 3, 2018, s.112-113.

PANZAC, Daniel, Osmanlı Donanması 1572-1923, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,  İstanbul 2014, s. 10-15.

 

  Türk Dünyasında Bilmece Olgusu ve Kırgız-Kazak Örnekleri

Emine Naz GÖZÜKAN

    ÖZ:

Sözlü halk edebiyatının en eski çağlarından günümüze kadar gelen dönemlerinde en yaygın ürünlerinden biri ve insanoğlunun keskin zekasının da bir örneği olan bilmece ortaya çıktığı dönemden bu yana milletler tarihinin de sosyal bir olgusudur. Çalışmamızın konusunu da şekillendiren bilmece tabirinin tasvirine değinilerek diğer milletlerde hangi kelimelerde kullanıldığı, içerisinde hangi anlamları barındırdığı, tarihi, isminin kökeni, içerisinde geçen kavramlar, renklere değinilerek çalışmamıza konu edindiğimiz Kırgız ve Kazak Türki devletleri üzerinden bilmece kavramının adı geçen bu milletlerde bulduğu anlam, sovyet döneminde üzerlerinde kurulan baskılar ve sosyal yaşam üzerinde halka kattığı etkiler, sorulma usulleri ele alınmıştır.


Anahtar Kelimeler: Bilmece, Jumbak, Tabışmak, Kazak, Kırgız


    Giriş

Sözlü halk edebiyatının en yaygın sözlü kaynaklarından biri olan bilmece aynı zamanda insanoğlunun da keskin zekasının bir örneğidir.1 Bilmece sözcüğü yapı bakımından ‘’bil-’’ fiil köküne ‘’-mece’’ isim kökünün getirilmesi ile oluşturulmuştur.2 Bilmece terimlerinin Türki devletlerde bulduğu karşılığında Azerbaycan Türkçesi’nde ‘’bilmücü’’,’’tapmaca’’, Başkurt Türkçesi’nde ‘’yomak’’,’’tabışmak’’, Kazak Türkçesi’nde ‘’jumbak’’, Özbek Türkçesi’nde ‘’tapişak’’, Altay Türklerinde ‘’tapkır’’, ‘’tavısak’’, Kırgızlarda ‘’tapcang-nımah’’, Koman Türklerinde ‘’tamızık’’ tabirleri kullanılmaktadır.3 Türki devletler de karşılık bulan tabirlerin anlamlarına değinmek gerekir ise Azerbaycan Türkçesi’nde yer almakta olan ‘’tapmaca’’ tabirinin insanların fikir ve zekasını ölçmek amacıyla düzenlenen ve bir eşyanın gizli bir şekilde anlatıldığı sözlü anlatım olarak tasvir edilmiştir. Irak ve İran Türklerinin bulunduğu sahalardaki anlamlarına göre bilmece tabirinin düşünce ve muhakemenin bir sonucu olduğu, karşısında bulunan kişilerin zekasını denemek için ortaya atılan kapalı anlatımlı, mecazlı bir bütünle ele alındığı gibi tabiat olaylarını ve bitki, hayvan, yemek gibi gündelik olguları da içerisinde barındıran anlatım olduğu aktarılırken Kıbrıs Türklerinde soruların adını anmadan üstü kapalı bir şekilde karşı tarafa aktarılan bir oyun olduğu, Kazan Türklerinde hayal etme gücü kullanılarak kısa bir konuşma şeklinde ele alınan iki nesneden birisinin benzerini söyleyip ikincisini bulma yolu ile olduğu ele alınırken diğer Türki devletlerde de bilmecelerin anlam olarak sual yolu ile yapıldığı, kinayeli bir anlatıma sahip olduğu ve tabiat olaylarını, mecazlı bir anlatım ile ele alınan nesneler doğrultusunda aktarıldığı anlatılır.4

Bilmecelerin ilk ne zaman ortaya çıkmış olduğu bilinmemekle birlikte Batılı kaynaklarda bilmecelerin ana kaynağının Doğu Dünyası olduğunu vurgulanmış olup ilk yazılı örneklerinin de kutsal kitaplarda yer aldığını ve bu konuda da Altan Alperen’in Tarihi kaynaklara göre ilk yazılı bilmece örneklerinin Brahmanizm Verdalarından ‘’Rig-Veda’’da yer alan Sanskritçe dili ile yazılan bilmece örneklerini batı dünyasını etkilediği kaynağı esas olarak alındığı gibi Altan Alperen’in çalışmasına konu edindiği ‘’Eski Ahit’in ‘’Krallar ‘’ bölümünde yer alan bilmece yarışması örneği de bilmecelerin zeka savaşı olgusu olarak değerlendirilebilir. Bilmeceler konusunda köklü çalışmaları olan Şükrü Elçin bilmece kaynakları konusunda ele aldığı durum doğrultusunda bilmecelerin bütününü oluşturan kaynaklar halkın ruhu ve hayal gücü ve eski lügatler, bilmece kitapları, seyahatnameler, hikayeler ve mecmualar olduğunu anlatırken bilmece konusunda araştırma yapan başka kişilere göre de bilmecelerin ana kaynağı insan zekasıdır.5

Genel özellikleri itibari ile bilmeceler değerlendirildiğinde genellikle anonim olarak ele alındığı bilinse de lugaz ve muamma gibi söyleneni belli olan bilmecelere de rastlanılmaktadır. Mensur ve manzum şekillerde yazılan bu eserler genel olarak sorularına tek cevap almaktadırlar. Bilmeceler sorulduğunda kinayeli, mecazlı veya şiirli bir anlatımla anlatıldığı gibi soru şeklinde sorulan bilmecelerin de olduğu görülmektedir. İnsan zekasını ölçme aracı olarak görüldükleri kadar eğitim amaçları da bulunmaktadır. Bilmeceler ele aldıkları konu bakımından zengin bir konu dağarcığına sahip olup içerisinde tabiat olayları, eşyalar, dinler, insan, bitki, hayvan vb. unsurlar ele alınmaktadır.6

Türk Dünyası coğrafyasında görülen bilmece tiplemeleri adı geçen bu coğrafya da yer alan Türk topluluklarında farklı adlarla anılsa da anlamlar genel olarak aynıdır. Çalışmamıza konu olacak olan Kazak kültüründe bilmece geleneğine değinmeden önce bu coğrafyalarda yer alan diğer devletlerden birkaç tanesindeki bilmece kültürleri hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Türk coğrafyasında bilmece kültürünün yoğun olarak görüldüğü devletlerden biri olan Kırgız Türklerinde bilmeceler hakkında ortaya çıkarılan araştırmalar 1917 Ekim Devrimi’nden sonra gerçekleştirildiği gibi Kırgızların destansı yaklaşımları neticesinde yapılan çalışmalar geri planda kalmıştır. Kırgızlara dair ortaya çıkarılmış olan bilmecelerin de çoğu Rus Folkloristlerin yaklaşımı doğrultusunda ortaya konmaktadır. Kırgız anlatılarının bilmecelere koyduğu anlam ilk olarak Rus Folklorist M. İ. Bogdanova tarafından ortaya konulmuş ve onun tabiri ile bilmece; çevremizde gerçekleşen olayların, kavramların belirgin özelliklerini belirterek gizli anlatımlarla anlatılan sözlü ürünler olarak belirtilmiştir.7 ‘’Tabışmak’’ olarak kullanılan bilmece kavramının tanımı Kırgız Sovyet Ansiklopedisinde yer alan ve tabiat olaylarını ele alan şiirsel bir havada işlenen kısa manzum eserler olarak ele alınmaktadır.8 Kırgız bilmeceleri hakkında yapılan çalışmalara değinilecek olunur ise K.İbrahimov ve A.Akmataliev’in yazıya sunduğu Tabışmaktar adlı bilmece kitabı Kırgız bilmeceleri hakkında bulunan münferid kaynak niteliğindedir. Toplamda 2152 bilmeceden oluşan çalışma dört ana başlık olarak sınıflandırılarak oluşturulmuştur.9 Kırgız bilmece kültürüne ortaya çıkarıldığı dönem itibari ile ağır bir Sovyet baskısına uğramıştır. Kırgızlara ait olan bilmeceler ilk olarak 1924 tarihinde ‘’Kırgız Alippesi’’ adı altında yayınlanmıştır. Eser içeriğinde Kırgız Türkçesinin sesi hakkında bilgiler verilirken bunun yanında Kırgızların gelenekleri, kültürleri ve hayatlarına dair okuma parçaları vermektedir. Daha sonraki zamanlarda da bilmeceler çocuklar için ders kitaplarına eklenerek eğitici bir rol üstlenmiştir.10 1920’li yıllardan itibaren Kırgız toplumunda yer bulan bilmeceler Sovyet rejimi tarafından özellikle de din ve dini kavramlar üzerinde oluşturulan bilmeceler sansüre uğradığından yayınlanma imkanı bulamamış ve yayınlanmaları 1985 yılında gerçekleşmiştir. Din ve dini kavramları içermeyen bilmeceler tehlikeli olarak nitelendirilmemiş ve yayınlanmasında bir mani görülmemiştir.11 Kırgız bilmece geleneğinde ‘’Tabışamaktuu aytış’’ adı verilen bilmece temelinde atışma anlamına gelen karşılıklı diyalog türü vardır ki bu tür Türk edebiyatında ‘’muamma ya da askı muamma’’ ile aynı türdedir. Bu tür de karşı karşıya gelen taraflar birbirlerini denemek amacıyla bilmece şeklinde söylenen şiirler vasıtasıyla sorular sormaktadır.12 Kırgız bilmecelerin de renklerin yeri de ayrı bir öneme tabidir. Bilmecelerde yer almakta olan beyaz renk genel olarak eşyalarla alakalı olarak sorulur ve kar, pamuk, şeker, yumurta.. gibi beyaz renkte bulunan eşyaları nitelendirmek adına kullanılırdı.13 Cevabı ‘’yumurta’’ olan bir bilmecede ‘’Yer altında beyaz güvercin’’ şeklinde sorulurken cevabı ‘’kulak’’ olan bir bilmecede de kulak benzetme yolu ile kaşığa benzetildiği ve sorusu da ‘’Ak kaşık, duvarda yapışık’’ şeklindedir.14 Bilmecelerde kullanılan kırmızı renginin kızıl ve al şeklinde kullanıldığı görülmekte olup bilmecelerde genel olarak insan organı, eşya, bitki vb. durumlarda kullanılırdı. Güneş ışığının rengi, iğde kabuğu kızıl olarak nitelendirilirken nar kızıl bir yumurta olarak bilmecelerde yer bulmaktadır. ‘’Al atlaslar giydim’’ ibaresi ile bilmecelerde bayrağın al rengi ile belirtildiği bildirilirken üzüm, çay ve kınanın al rengi ile anlatıldığı aktarılmaktadır.15 Bilmecelerde ‘’Sarı’’ rengi bitki, hayvan, eşyayı nitelemek için kullanılmakta olup bilmecelerde yer alan bir örneğine göre cevabı ‘’limon’’ olan bir bilmece de ‘’sarıca, suluca’’ tabiri kullanılmıştır.16

Kazakistan coğrafyası’nda yaygın olan tabiri ile ‘’jumbak’’ terimi adı geçen bu bölgede ‘’gizli düşünce, sır’’ anlamlarında kullanılır ve jumbak adının da yummaktan çıktığı görülmektedir. Bilmecelerde genel olarak elin içerisinde bir nesne saklanır ve bilmecenin muhatabı olan kişiden anlatım yolu ile elinin içine gizlenen nesnenin bulunması beklenirdi.17 Zamanla unutulmaya yüz tutan bilmece geleneğinin devamlı olmasını sağlama adına bilmece sorma geleneği ortaya çıkmış ve bu düşüncenin örnek adımı olarak da Kazakistan da ‘’bilmece sorma geleneği’’ ortaya çıkmıştır.18

Bilmeceler hakkında yapılan genel araştırmalara göre bilmecelerin ortaya çıkmasında ilk dönem tabuları neden olmuştur ve mitolojik çağlarda korkulan veya saygı ile anılan bazı varlıklar dile getirilirken belirgin özellikleri bahsedilirdi. Bahsedilen bu varlıkların adlarının zikredilmesi durumunda zarar geleceği inancı bilmecelerin doğmasına da zemin hazırlamıştır. Türk dünyasında görülen bilmece kültürünün islamiyetin kabulünden önceki dönemde mitolojik anlamlar taşıdığı olgusu yer alırken islamiyetin kabul edilmesinden sonra mitolojik anlamların yerini İslami unsurlara bıraktığı görülmektedir.19 Kazakistan da işlenen bilmecelerin konuları sınıflandırıldığı takdirde insanla ilgili olan bilmeceler; bacak, parmak, burun gibi insan organları üzerinden, hayvanlarla ilgili olan bilmeceler; balık, çekirge, kartal gibi hayvan adları üzerinden, tabiat olayları hakkında ele alınan bilmeceler; çobanyıldızı, gündüz, güneş gibi doğada gerçekleşen olaylar üzerinden, yiyecekler ile ilgili olan bilmeceler; günebakan, üzüm, vişne gibi meyve veya çiçek adları üzerinden, eşya ile ilgili olan bilmeceler; otağ, çadırın kısımları gibi nesneler üzerinden, alet ve araçlar ile ilgili bilmeceler; ocak, olta, kısrak gemi, kazan, tren gibi araçlar üzerinden ele alınırken harfler, sayılar ve eğitim ile ilgili bilmeceler kitap, otuz iki, okuma gibi tabirler üzerinden anlatılmakta olup bilmece soran kişilere ‘’aytuvşı’’ cevaplayanlara da ‘’tabuvşı’’ denilirdi. Bilmece sorma usulü kadınlar ve erkeklerin karşılıklı takımlar oluşturup birbirlerini sınama şekli ile yapılırdı. Sorular genel olarak çift anlamlı olarak da sorulabilirken cevapları da bazen ipucu istenerek çözülürdü. Bilmece yarışlarının sonucunda kaybeden taraf hayvan taklidinde bulunma, mecliste bulunanlara su dağıtma, koyun, sığır veya at kesme gibi cezalar verilebilirdi. Kazakistan yöresinde bilmece sorma geleneği belli başlı mekanlarda yapıldığı gibi özel olarak toplanılmazdı. Belli başlı mekanların başında da toy çadırları, bağ, bahçe ve tarla yeri, okullar, fabrikalar gelmekte olup bilmece sorma zamanları da genel olarak milli bayram olan ‘’Ulustın ulı küni’’ adlı Nevruz bayramında, ‘’Oraza künderi’’ adlı Ramazan ayında ve ‘’ Oraza aytı’’ adlı Ramazan bayramında yapılırken mevsim kutlamalarında yaz ve güz mevsimlerinin başındaki törenlerde yapılabilirdi. Bunun yanında çocuklar için doğum günlerinde, genç delikanlılar için ata ilk biniş töreninde, genç kızlar içinde anne babaları evde yokken bir araya gelmesi ile düzenledikleri eğlenceler esnasında, avcılık ve hayvancılık şenliklerinde ve dinlenme günlerinde gerçekleştirilirdi.20


1883 yılında yayımlanan ‘’Kırgizskaya Hrestomatiya’’ adlı bilmece kitabında yer alan 146 konuda Kazak Türklerinin dünya algısı ve sosyal hayatlarını yansıtan zengin bir konu çeşitliliği olduğu belirtilirken konular arasında ‘’aspan’’ (gökyüzü), ‘’tabiat kubılıstarı’’ (tabiat olayları), ‘’hayvanattar alemi’’ (hayvanlar alemi), ‘’as-avkat’’ (yemek), ‘’enbek kuraldarı’’ (emek malzemeleri/ iş aletleri) vb. Konular yer almakta olup Kazakların jumbak tarihi kaynaklarının arasında Kıpçaklar hakkında bilgi sahibi olunana ‘’Codex Cumanicus’’ adındaki ‘’Kuman Sözlüğü’’ eseri yer almaktadır.21

                                                                          Sonuç

Bilmece insanoğlunun zekasını ölçen, sınayan sosyal bir olgudur. Sosyal yaşantısı gereği toplumun her kesiminde hissedildiğinden eski mitolojik dönemlerden günümüz çağına kadar milletlerin tarihinde yankı bulmuştur. İlk dönem devri insanlarında bilmece yarışmaları ile başlayan bu süreç asırlar boyunca devam ederek 21. yüzyılda Türki devletlerde de etkilerini göstermiştir. Çalışmamıza konu olan Kazak- Kırgız Türki devletleri örneğinden ele aldığımız bu çalışma Kazak Jumbak ve Kırgız tabışmak bilmece kültürüne de bir örnek olma niteliğindedir. Bilmece eserlerinin toplanarak kitaplara aktarıldığı dönemlerde uğranılan Sovyet baskısının hangi alanlarda uygulandığı, baskıya maruz kalan Türki devletlerinde yaşayan Türk kimliği bulunan halkların dini ideolojilerine etkim edecek herhangi bir oluşuma neden olmayacak oluşumları engellemek adına din ve dini kavramlar üzerinden ele alınan dini bilmecelere sansür uygulanırken din dışında ele alınan insan, tabiat, nesne, renk vb. Kavramlar üzerinden ele alınan bilmecelere hiçbir sansür uygulanmadığı görülmüştür. Kazakistan coğrafyasında ele alınan jumbak geleneği örneğinde ilk bilmecelerin ortaya çıkışına sebebiyet veren tabu kültürüne ve tabu kültüründen hareketle o dönemlerde saygı duyulan veya korku duyulan varlıkların gizli anlatımlarla adlandırılmasından çıktığı ele alınmış olup bilmecelere konu olan kavramların insan, hayvan, tabiat, yiyecek, ev, alet-araç, harf-sayı ve eğitim gibi kavramlar olduğu anlatılmıştır. Kazak bilmece kültürü bünyesinde bilmece soran ve cevaplayan kişilerin adları, bilmece yarışmaları, soran kişide olması gereken özellikler ele alınmış olup bilmecelerin Kazak ve Kırgız geleneklerinde her alana etki ettiği ortaya çıkartıldığı belirtildiği gibi bilmecelerin dini bayramlarda, eğlencelerde, tarlalarda, misafirlik zamanlarında vb. Sosyal alanlarda uygulandığı ortaya konulmuştur.


                                                                        Kaynakça

  • Yangi̇l, M. Kürşad , Keri̇moğlu, Caner . "Bilmecelerin eğitimdeki yeri ve önemi". Eğitim Bilimleri Araştırmaları Dergisi 4 / 2 (Ekim 2014): 341-354 .

  • Karademir, Fevzi. Türk halk bilmecelerinin yapı, dil ve üslup özellikleri Diyarbakır: Dicle Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2007

  • Türkyılmaz, Dilek. Türk Dünyasında Bilmece Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2007

  • Kürşad Yangil, Muahmmed. Bir Halk Anlatısı Olan Bilmecenin Eğitimsel İşlevi İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, 2015

  • Şimşek, Serdar. Kırgız Türklerinin Bilmeceleri (İnceleme-Metin) Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Esntitüsü, Doktora Tezi, 2018

  • Şimşek, Serdar. ‘’Kırgız Bilmecelerinde Sovyet İdeolojisinin Etkileri’’, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, 6/12 (2018), 441-459

  • ÇERİBAŞ, M. (2010), Kırgız Halk Edebiyatında Yarışma Temelli Bir Tür: “Aytış”, Acta Turcica, (Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi), ss. 59-74

  • BAYRAK İŞCANOĞLU, İ., (2017). KIRGIZ HALK KÜLTÜRÜNDE AK( BEYAZ) RENK. 9. MİLLETLERARASI HALK KÜLTÜRÜ KONGRESİ

  • Durbilmez, Bayram. Türk Dünyası Kültürü 1. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2. Basım, 2018

  • İçel, Hatice. BATI TÜRKLERİNİN DÖRTLÜKLERDEN KURULU BİLMECELERİ ÜZERİNDE BİR ARAŞTIRMA Konya: SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, Doktora Tezi, 2005

  • Durbilmez, Bayram.  Türk Dünyası Kültürü 2. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2. Basım, 2019







1Muharrem Kürşad Yangil- Caner Kerimoğlu, ‘’Bilmecelerin Eğitimdeki Yeri ve Önemi’’, Eğitim Bilimleri Araştırma Dergisi, 4/2 (Ekim 2014), 343.

2Fevzi Karademir, Türk halk bilmecelerinin yapı, dil ve üslup özellikleri (Diyarbakır: Dicle Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2007), 2

3Karademir, Türk halk bilmecelerinin yapı, dil ve üslup özellikleri, 3.

4Dilek Türkyılmaz, Türk Dünyasında Bilmece (Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2007), 13-17

5Muhammed Kürşad Yangil, Bir Halk Anlatısı Olan Bilmecenin Eğitimsel İşlevi (İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, 2015), 29-31

6Muhammed Kürşad Yangil, Bir Halk Anlatısı Olan Bilmecenin Eğitimsel İşlevi, 32

7Serdar Şimşek, Kırgız Türklerinin Bilmeceleri (İnceleme-Metin) (Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Esntitüsü, Doktora Tezi, 2018), 30-32

8Türkyılmaz, Türk Dünyasında Bilmece, 16

9Türkyılmaz, Türk Dünyasında Bilmece, 67

10Serdar Şimşek, ‘’Kırgız Bilmecelerinde Sovyet İdeolojisinin Etkileri’’, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, 6/12 (2018), 448

11Serdar Şimşek, ‘’Kırgız Bilmecelerinde Sovyet İdeolojisinin Etkileri’’, 450

12Mehmet Çeribaş, ‘’Kırgız Halk Edebiyatında Yarışma Temelli Bir Tür: “Aytış”, Acta Turcica, 2/1, (2010), 65-66

13İlknur BAYRAK İŞCANOĞLU, ‘’KIRGIZ HALK KÜLTÜRÜNDE BEYAZ (AK) RENK’’, 9. MİLLETLERARASI HALK KÜLTÜRÜ KONGRESİ, 98

14Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 1, Ötüken Neşriyat, 68

15Hatice İçel, BATI TÜRKLERİNİN DÖRTLÜKLERDEN KURULU BİLMECELERİ ÜZERİNDE BİR ARAŞTIRMA (Konya: SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, Doktora Tezi, 2005), 231-232

16Hatice İçel, BATI TÜRKLERİNİN DÖRTLÜKLERDEN KURULU BİLMECELERİ ÜZERİNDE BİR ARAŞTIRMA, 234; Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 1, 75

17Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 1, 125

18Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 1, 126-127

19Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 1, 127- 129

20Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 1, 133- 139

21Bayram Durbilmez, Türk Dünyası Kültürü 2, 129

1 Ocak 2021 Cuma

Kitap Tanıtımı

                                            Kitap Tanıtımı/ Book Rewiev
Hakan Güngör, 2.Dünya Savaşı Yıllarında Balkanlar’dan Filistin’e Yahudi Göçü, Kömen Yayınları, Konya 2020, 147s., ISBN: 978-605-2074-58-9





Öznur YAVUZ

Hakan Güngör, 1986 yılında Muş’ta doğdu. Lisans eğitimini 19 Mayıs Üniversitesi’nin Tarih Bölümünde 2007 yılında tamamlayarak, Master ve Doktora eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri’ne 2009 yılında gitti. ABD’nin Florida State Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’nde Master ve Doktora çalışmalarını Prof. Dr. Peter Garretson ve Prof. Dr. Will Hanley ile 2010 ve 2016 yılları arasında yaptı. 2017 Yılında atandığı Ordu Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Cumhuriyet Tarihi ve Ortadoğu Tarihi alanlarında dersler vermektedir. Uluslararası birçok alanda yayın ve konferans yapmıştır.

II. Dünya Savaşı yıllarında ölümle yüz yüze kalan milyonlarca insan ya zorla yerinden edildi ya da yaşamak için evinden kaçmak zorunda kaldı. Mültecilerin bu kitlesel hareketine Almanya’nın başlattığı savaş, ırk ve etnik köken ideolojisine dayanan düşmanlığı yol açtı. Savaş boyunca maruz kaldıkları zulüm, işkence ve baskı neticesinde evini terk eden veya sınır dışı edilen mülteciler kesin olarak bilinmemekle beraber, Kulischer, Vernant ve Marrus gibi tarihçiler bu rakamım 30 milyon üzerinde olduğunu ileri sürmektedirler. Bu kitap üç bölümden oluşmaktadır. Türkiye ve Yahudiler adlı birinci bölümde; Türkiye 1930’lardan 1944’e kadar Nazi zulmünden binlerce Yahudi’yi kurtarmıştır. 1930 ve 1940 yılları arasında Avrupa’dan gelen Yahudiler ülke içindeki çeşitli bilim ve sanayi kuruluşlarında istihdam edilerek, Türkiye’nin modernleşmesinde rol oynadılar.

Türkiye gelenlere ev sahipliği yaparken, göç eden Yahudiler üreterek ülkemize katkıda bulunmaya çalıştılar. Türkiye, Fransa’nın işgaliyle birlikte Avrupa’da yaşayan Türk Yahudilerin hayatlarını kurtarmak için diplomatik ve hukuki tüm haklarını kullanarak buradaki vatandaşının hak ve hürriyetlerini garanti altına almaya çalıştı. Bu anlamda devletin resmi politikasının yanı sıra Avrupa’da ülkemizi temsil eden diplomatlarımız kişisel teşebbüsleri ve çabalarının bir sonucu olarak yüzlerce Yahudi’yi gönderilen kamplardan kurtarmış ve Türkiye’ye göndermiştir. Türk Büyükelçilerinin ve konsolosluk çalışanlarının ve bu anlamdaki mücadeleleri, savaş sonrasında tüm dünya tarafından takdirle karşılanmıştır. Türk hükümeti iç ve dış politikada karşılaştığı çeşitli sorunlara rağmen, 1944’e kadar başka devletlerden maddi bir destek almadan tek başına Yahudilerin ya ev sahipliğini yapmış ya da Filistin’e geçişini sağlamıştır. Ülkemiz, sınıra dayanmış Alman tehdidi ve ekonomik kriz dâhil olmak üzere engellerle karşı karşıya kalmasına rağmen, mültecileri kurtarmayı hiçbir zaman tamamen durdurmadı veya sınırlarını Yahudi mültecilere daimi olarak kapatmadı. Ancak, savaşın Türkiye ekonomisine getirdiği sayısız zorluk, Türk hükümetinin bazı ciddi tedbirler almasına neden oldu. Hükümet büyük askeri harcamaları karşılamak için 1942 Kasım’ında Varlık vergisini yürürlüğe koydu. Varlık Vergisi Kanunu, gayrimüslimleri resmi olarak hedef almamasına rağmen, belirsiz dili nedeniyle, yerel yöneticilerin elinde ayrımcı bir araç haline geldi. Her ne kadar Başbakan Celal Bayar, ülkemizde Yahudi ve azınlık sorunu yok veya yapay olarak bir Yahudi problemi yaratmaya niyetli değiliz dediyse de, onun bu sözleri 1942’de dikkate alınmadı. Ayrımcılık yalnızca Yahudilere değil, Türkiye’deki Hristiyanlar dahi tüm gayrimüslim azınlıklara yönelikti. Ancak, Yahudiler ticareti kontrol ettiklerinden, vergi en çok onları etkiledi. Türk hükümeti, 1944’te Savaş Mültecileri Kurulu’nun da kurulmasına denk gelen bir dönemde Varlık Vergisini kaldırdığını ilan etmiştir.

Türkiye ve ABD’nin Yahudi Kurtarma Faaliyetleri adlı ikinci bölümde ise; Savaş Mülteci Kurulu’nun kurulup Türkiye’ye temsilciler göndermesi, ABD Büyükelçisi Steinhardt’ın özveriyle çalışması ve Türkiye’nin politik ve ekonomik durumunun elverdiği ölçüde yardım etmesi, Filistin’e kabul edilen binlerce Yahudi mültecinin kurtarılmasını sağladı. Savaş Mülteci Kurulu ve Büyükelçinin şahsi dâhilleri olmadan, binlerce mültecinin Türkiye üzerinden Filistin’e gönderilmeleri pek mümkün görünmüyordu. Çünkü Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın son aylarına kadar izlemiş olduğu tarafsız politikası ve girmiş olduğu ekonomik sıkıntı, mülteci kurtarma operasyonlarını tek başına yürütmesine imkân vermiyordu. Önemini ve mültecileri kurtarma faaliyetlerindeki başarısını kanıtlayan Savaş Mülteci Kurulu’nun daha önce ABD veya İngiltere tarafından kurulmamış olması, demokrasi dünyasının faşizm ve diktatör işgali altındaki bölgelerde yaşayan azınlıkları, özelliklede Yahudi azınlığını, kendi kaderlerine terk ettiğini göstermektedir. Eğer bu devletler mülteci kurtarma kurumlarını 1943’te, Hitler’e karşı Kuzey Afrika ve Stalingrad cephelerinde üstünlük kazanmaya başladıklarında kursalardı belkide binlerce mültecinin hayatı daha kurtarılabilirdi. Savaş Mülteci Kurulu’nun Türkiye’ye temsilci göndermesi bile yoksullaştırılmış ve dehşete düşürülmüş Balkan azınlık halkları için bir moral ve yaşam umudu olmuştur. Türkiye’de temsilcilikleri olan Yahudi Ajansı’ndan Chaim Barlas, Filistin Kurtarma Komitesi’nden Saul Mayerov, Amerikan Yahudi Ortak Dağıtım Komitesi’nden Reuben B. Resnik gibi Yahudi kuruluş ve örgütleriyle Balkanlarda ortak çalışan Savaş Mülteci Kurulu, kurulduktan kısa bir süre sonra ABD hükümeti tarafından kurulduğu için Yahudiler tarafından tanındı. Transdinyester Bölgesindeki kamplardan ve Balkanlardan binlerce Yahudi çocuk, kadın ve erkek kurtarıldı. Deniz yolu mültecilerin kurtarılması için etkin bir şekilde kullanıldı. Nazi ordusunun bu bölgeden çekilmesiyle birlikte, Savaş Mülteci Kurulu Balkanlarda yaşayan Yahudilerin haklarının geri verilmesi ve özgür bırakılması hususunda bu ülkeler üzerinde uyguladığı siyasi baskılar kısa süre içinde sonuç vermiştir.

Balkan Devletlerinin Yahudi Politikası adlı üçüncü bölümde ise; Balkan Yahudileri, II. Dünya Savaşı yıllarındaki Yahudi soykırımı sırasında Yahudi olmayan komşu, arkadaş ve devletlerinin ellerinden korkunç zulüm ve trajediler yaşadılar. Bu trajediden kurtulmanın yolunu göç etmekte buldular. Fakat Nazi Almanya’sının kontrolünde bulunan Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve hatta Yunanistan’da Yahudi karşıtı yasalar ve sınırlardaki sıkı kontroller bu göçün gerçekleşmesini bir hayli zorlaştırdı. Bu göçler genel olarak yasal ve yasa dışı olmak üzere iki yolla yapılıyordu. Yahudilerin Balkan Devletlerinden yasal yollarla Filistin’e gitmeleri için belli başlı prosedürlerin yerine getirilmesi gerekmekteydi. Yahudiler öncelikli olarak bulundukları ülkelerdeki devletlerden gerekli belgeleri toplamak zorundaydılar. Vergi dairesinden, polis merkezinden ve adli mercilerden alınan bu belgeler, kişinin vatandaşlık görevini yerine getirdiğini ve herhangi bir suçtan aranmadığını göstermeliydi. Buna müteakip Balkan ülkelerinde bulunan Türk konsolosluklarından Türkiye’den geçiş vizelerini ve İngiltere’den de Filistin’e gidiş vizesi ve yerleşme izin kâğıdını almaları gerekiyordu. Bu süreç genelde çok uzun sürdüğünden ve çoğu kişi gerekli şartları yerine getiremediğinden genellikle ikinci yolu, yasa dışı göçü tercih etmek zorunda kalıyorlardı. Türkiye üzerinden Filistin’e yasa dışı göç genel itibariyle deniz ve kara yollarıyla gerçekleşmekteydi. Demir yolu ise Türkiye’den Filistin’e aktarmada kullanılıyordu. Deniz yoluyla kaçak yollarla Türkiye’ye girmeye çalışanlar genellikle vasat deniz araçlarıyla yolculuk ettiklerinden Karadeniz’deki sert fırtınalara tutulduklarında veya denizde mayınlı bölgelere denk geldiklerinde hayatlarını kaybediyorlardı. Bu yüzde umuda yolculukları ölümle sonuçlanabiliyordu. Türkiye, 1930’lardan 1944’e kadar Nazi zulmünden binlerce Yahudi’yi kurtarmıştır. Fransa’nın 1940’ta işgaliyle birlikte Avrupa’da yaşayan Türk Yahudilerin hayatlarını kurtarmak için Türkiye diplomatik ve hukuki tüm haklarını kullanarak buradaki vatandaşını hak ve hürriyetlerini garanti altına almaya çalışmıştır. Ancak, bu eserde gördüğümüz üzere Türkiye’nin Yahudi Kurtarma faaliyetleri Orta ve Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlı kalmadı, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan başta olmak üzere birçok Balkan ülkesinden gelen Yahudi’nin kurtarılmasında da etkin rol oynadı. Türkiye, Balkan ülkelerinde olduğu gibi Yahudi karşıtı ırkçı yasalar çıkarmadığı için bu bölgedeki Yahudiler 1939’dan başlayarak Türkiye üzerinden Filistin’e göç etmeye başladı. Ancak Yahudilerin bu geçişler esnasında bazı can kayıpları da meydana gelmiştir. Karadeniz üzerinden Türkiye’ye bazı mülteciler Müttefik veya Mihver devletleri tarafından döşenen mayınlara, denizaltı gemilerin saldırılarına ve bazen de fırtınaya yakalanarak can verdiler. Ayrıca deniz yoluyla gelen bazı Yahudi Mülteciler, İngiltere’nin Filistin’e kota uygulaması ve vize vermemesinden dolayı Türkiye’den geldikleri ülkelere geri gönderildiler. Yahudiler, Filistin’e yasal ve kaçak olarak girmekteydiler. Yasal olarak gidenler genelde varış noktasında herhangi bir problemle karşılaşmazken, kaçak yollarla gidenler geri gönderilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyorlardı. Yasal ve kaçak gidenler genellikle kara, deniz ve demir yollarını kullanmaktaydılar. Bu yolların hemen hemen tamamı Türkiye üzerinden geçmekteydi ve binlerce mülteci bu yollarla Filistin’e ulaşarak hayatta kaldı. Türk hükümetinin izni olmadan bu göçlerden bir tanesinin bile gerçekleşmesi mümkün olmazdı. Türkiye’nin tarafsız olması ve Nazi işgali altındaki Balkan ülkelerine yakın olmasından dolayı birçok Yahudi kurtarma örgütünün merkezi oldu. Bu Yahudi kurtarma örgütlerinden birisi de ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından Ocak 1944’te kurulan Savaş Mülteci Kurulu’ydu. Roosevelt’in talimatıyla ülkemizde şubesini açan Savaş Mülteci Kurulu, zaten Türkiye’nin yürüttüğü Yahudi kurtarma operasyonlarını destekleyerek daha kapsamlı hale gelmesini sağladı. Türkiye’nin Almanya, Fransa, İtalya ve Polonya’daki faaliyetlerine yönelik daha önce çalışmalar yapıldığından, bu eser Türkiye’nin II. Dünya savaşı yıllarında Balkanlardaki mültecilerin kurtarma faaliyetini inceleyerek bu alana katkı sağlamıştır. Ayrıca bu kitap, Yahudi mültecilerin Filistin’e yolculukları sırasında karşılaştıkları sorunlarına ışık tutmaktadır. Yahudi mültecilerin Balkanlar’dan Filistin’e geçiş güzergâhında Türkiye kilit konumdaydı. Türkiye’nin göstermiş olduğu yardım ve destek olmasaydı Balkanlardaki binlerce Yahudi muhtemelen Nazi kamplarına gönderilip gaz odalarında öldürülürlerdi. Bu anlamda bu eser Türkiye’nin devletler üstü çabasını da ayrıca konu almaktadır.

İZLE BUTONUNA TIKLA ABONE OL ! Yazılarınızı E-posta Adresimize Gönderebilirsiniz.