Translate

23 Temmuz 2021 Cuma

Tahkikat Komisyonunun Amacı, Faaliyetleri ve Sonuçları




                                                 Nagihan BİLGİN

 Özet; Türkiye’nin siyasi tarihi temel alındığında Demokrat Parti dönemi oldukça önem arz etmektedir. 1950 ve 1960 yıllarına tekabül eden bu zaman diliminde Türkiye birçok siyasi çekişmeye şahit olmuştur. Halkın üzerinde uygulanan siyasi ve sosyal baskılar, fikirsel kutuplaşmayı da beraberinde getirmiştir. İç ve dış politikada yaşanan karışıklıklar Demokrat Parti’nin basına karşı tutumunu değiştirmiştir. Bütün kurumları adeta kendi bünyesinde toplayan iktidar daha otoriter ve baskıcı bir uygulama ile basını kontrol altına almaya çalışmıştır. Demokrat Parti tarafından çıkarılan yasa ve uygulamalarla birlikte birçok gazete kapatılmış, birçok gazeteci yargılanmış ve hapse atılmıştır Demokrasi vaadiyle iktidara sahip olan DP tam tersi politikayla tez zaman da öfkeyi üzerinde toplamıştır. DP hükümeti, Tahkikat komisyonu ile öfkenin artık fiili bir biçime dönüşmesine şahit olacaktır. Siyasi baskılar neticesinde toplumsal kutuplaşmaların getirdiği olaylar silsilesi neticesinde 27 Mayıs 1960’da ordu yönetime el koymuştur. Bu çalışmada Tahkikat komisyonuna giden süreç ve sonrası analiz edilecektir. 

Anahtar Kelimeler; Tahkikat Komisyonu, DP, CHP, Muhalefet 

    2.Dünya savaşına tekabül eden zaman diliminde ülke siyasi ve sosyal bakımdan yıpranmış konumdaydı. Dünyada faşizm gibi farklı sosyalist ideolojiler güçlenmiş, yönetimde söz sahibi olmaya başlamıştı. Türkiye iki defa çok partili döneme geçiş hazırlıkları yapmıştır. Bu denemelerde bir başarı elde edemeyen Türkiye, ancak 1930’dan sonra gücü elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi ile özdeşleşmeye başlamıştı. 1945 yılına gelindiğinde İsmet İnönü Mecliste ; “Demokrasinin her millet için müşterek prensipleri olduğu gibi, her milletin karakterine ve kültürüne göre birçok özellikleri vardır. Türk milleti kendi bünyesine ve karakterine göre demokrasinin kendi için özelliklerini bulmaya mecburdur” demiştir. 1 Kasım 1945 tarihli bu konuşma kuruluş hazırlıkları içerisinde olan etmekte olan yeni partinin tanıtımı niteliği taşımaktadır. 

Mecliste ön tanıtımı yapılan Demokrat Parti, 7 Ocak 1946 tarihinde Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından kurulmuştur. Demokratik Parti’nin meclise girmesiyle birlikte uzun zamandır beklenilen karşılıklı muhalefet anlayışı sisteme oturtulmaya başlamıştır. Bu parti Politika tarihinde önemli bir perdenin açılmasına neden olmuştur. Demokratik Parti 7 Ocak 1947 tarihinde ilk kurultayını gerçekleştirmiştir. Toplantıda siyasi sosyal amaçlarını dile getiren parti, fikirlerinin de altını sık sık çizmiştir. Özgürlük gibi sosyal konuları temel alan Hürriyet Misakı kabul edildi. İktidar tarafından sert tutumlara maruz kalan DP, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar arasında bir dizi görüşmeler yapıldı. Görüşmelerin neticesinde 12 Temmuz 1947'de 12 Temmuz Beyannamesi'ni yayınladı. Beyannamede İnönü, siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurguladı. Başbakan Recep Peker ayrıldı ve yerine Hasan Saka getirildi.

Yapılan görüşmeler ve Beyannameler partiler arasındaki hoşnutsuzluğa çözüm getirmemişti. İnönü beyannameyi sadece hususi düşüncelerini temel alarak sunmamıştı. Muhalefet partilerinde çıkarlarını gözetecek mahiyetteydi. Ortak bir payda etrafında toplanmak temel amaç niteliği taşımaktaydı. Fakat bütün bunlara rağmen bu durum “muvazaa” söylentilerinin önüne geçememiştir. Bu çalkantılı durum bir zaman sonra Millet Partisi adıysa bir muhalefet partisini ortaya çıkaracaktır. Millî Şeflikten Cumhurbaşkanlığına geçmek” olarak da değerlendirilen bu beyanname, CHP içinde tek parti idaresini savunan birkaç kişi olmak üzere Demokrat Parti’nin içinde bulunan bir kesim hariç mutlulukla karşılanmıştır. Genel seçimlerden sonra siyaset bir hayli gergin konumdaydı. Bir nebze de olsa bu bildiriyle düşürülmüş idi. Siyasi havayı yumuşatmasının yanında diğer önemli özelliği ordudan meydana gelebilecek sorunların önüne önceden geçmek idi. İktidar ve muhalefet çekişmeleri sürerken orduda bir hayli hareketlenme var idi. Subaylar tarafından kurulan, farklı düşünceler etrafında toplanan grupların sayısı gün geçtikçe artmakta idi..20 Temmuz 1949’a gelindiğinde Demokrat Parti İkinci Büyük Kongresini sunmuştu. Gerçekleştirilen bu kongrede CHP temel konuyu oluşturmaktaydı. Tartışma konusunu oluşturan temel taşlardan bir tanesi CHP’nin antidemokratik uygulamaları devam ederse nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusu tartışılmıştır. Sonuç itibariyle “Milli Ant” ya da diğer bir ifadeyle ”Milli Husumet Andı” kabul edilecek. Dürüst seçim yapılması sağlanmazsa vatandaşa, karşı harekete geçme hakkı doğacaktır. DP’nin bu “Misak”ı gündeme getirmesinin en önemli sebebi de antidemokratik olarak niteledikleri 1946 seçimlerinin bir daha aynı surette tekrar etmemesiydi aynı zamanda iktidarın sürekli DP’yi ortadan kaldırma çareleri aradıklarını ve ordunun ellerinde olduğunu ifade ederek darbe ile tehdit iddialarıdır. 

Gazeteler bu zaman diliminde Menderes’i adeta lider konumunda görmekteydiler. Onu kapsayan bütün haberler büyük başlıklar halinde veyahut birinci sayfa ilanları arasında yer almaktaydı. DP ilk yıllarında basınla oldukça iyi ilişkiler yürütmüştür. Bu iyi ilişkilerin temel politikası CHP’nin baskıcı yönetim zihniyetinden kaynaklanmaktaydı. DP iktidarında böyle bir tutum sergilemediği için daha sonraları basın DP’nin karşısında yer alacaktır.1946-1950 döneminde Türkiye'de birikmiş bir toplumsal-siyasal muhalefetin varlığı, demokrasiye geçiş sürecinin sancıları, muhalif basının çıkışları DP tarafından iyi bir biçimde değerlendirilmiştir. DP iktidarı süresince basına yönelik liberal eğilimin somut göstergesi 5680 Sayılı Basın Kanunu ile 5953 Sayılı basın çalışanlarına yönelik kanun olmuştur. 

    1946 yıllarında Demokrat Parti hızla gelişmeye devam etmiştir. Artık vatandaşlar habersiz bir biçimde farklı noktalarda DP şubeleri açıyor ve onun ideolojilerini benimsiyordu. Halkın bu denli DP partisine sahip çıkmasındaki temel husus hükümete muhalif bir konumda olmasıydı. Hızlı bir biçimde yayılan ve taraftar toplayan DP, CHP’nin dikkatini partiye yoğunlaştırmasına sebep olmuştur. Bu dönemde tek dereceli seçim sistemi meclisten geçmiş, üniversitelere yönetimsel ve akademik özerlik sağlayan Üniversite Kanunu kabul edilmiş, Basın Kanunu’nun hükümete gazete kapatabilme yetkisi sağlayan 50. Maddesi kaldırılmış, basın suçları affedilmiş, Toprak Mahsulleri Vergisi kaldırılmış, İşçilerin sigortaları yasalaşmış, Çalışma Bakanlığı kurulmuştur. Reformlar karşısında Adnan Menderes bunların yetersiz olduğunu ihtiyacı karşılamayacak olduğunu ifade etmişti.1947 yılında yapılacağı açıklanan seçimler 1946’ya alınmıştır. 7 Ocak 1947’de Demokrat Parti’nin I. Kurultayı gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen bu kurultayın gayesi, DP’yi iktidara gelmesi için bulunacak çareler üzerine olmuştur. Farklı birçok insanın katılımıyla gerçekleşen bu gerçekleşen toplantıda en çok ilgi toplayan konuşmalar hükümet aleyhinde olanlar idi. Haziran 1949’da DP’nin II. Kongresi gerçekleşmiştir. Gerçekleşen kongrede herhangi bir karşıt görüşle karşılaşmayan Bayar, 12 Temmuz Beyannamesi ve iktidarla ilişkiler noktasında yapılan eleştirilere ise o dönemde önlerine çıkan iki yoldan birini tercih etmek zorunda olduklarını belirtmiştir. İsyan ve ihtilali değil, sabır ve istikrarı tercih ettiğini belirtmiştir. Kurultayda tartışılan en önemli konulardan biri seçimin sistemi ve güvenli bir biçimde gerçekleştirilmesi meselesi olmuştur. Üyeler, seçimlerin yargı denetiminde gerçekleştirilmesi ve sonuçlarının takip edilmesi konusunda kesin fikirliydiler. Oy hakkına müdahaleyi kabul etmeyen kurultay, seçim güvenliğini namus meselesi olarak addetmiştir. 4 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. 1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı halkoyu ile Demokrat Parti'ye devredecekti. 

    Egemen bir güç olarak mecliste yer alan Demokrat Parti’nin bazı korkuları da vardı. Yasal olarak iktidarı eline alan parti, fiilen ele alıp alamayacağı konusunda büyük endişe içerisindeydi. Her ne kadar geniş ilgi toplasa da 27 yıllık CHP iktidarının şekillendirdiği birçok kurum ve kuruluşa yabancı olmanın verdiği kaygıyı taşıyordu. Bazı kurumlar zaman zaman halka karşı kullanılmış idi. Bu kurumların yeni iktidara nasıl tepki vereceği meçhul idi. CHP, bu sonucu doğuran demokrasi denemesine girişirken böyle bir yenilgi ihtimalini hesaba katmamıştı. Elindeki gücü kullanıp tekrar iktidarı ele geçirebilirdi. Yeni Hükümette; Adnan Menderes Başbakan, Prof. Dr. Muhlis Ete İşletmeler Bakanı, Hasan Polatkan Çalışma Bakanı, Tevfik İleri Ulaştırma Bakanı, Rükneddin Nasuhoğlu İçişleri Bakanı, Fuad Köprülü Dışişleri Bakanı, Halil Özyörük Adalet Bakanı, Refik Şevket İnce Milli Savunma Bakanı, Halil Ayan Maliye Bakanı, Avni Başman Milli Eğitim Bakanı, Fahri Belen Bayındırlık Bakanı, Zühtü Velibeşe Ekonomi ve Ticaret Bakanı, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger Sağlık Bakanı, Nuri Özsan Gümrük ve Tekel Bakanı, Prof. Dr. Nihat Eğriboz Tarım Bakanı olarak görevlendirilmişlerdi. Görülen lüzum üzerine 5 Haziran 1950 tarihinde Samet Ağaoğlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak ve 11 Temmuz 1950 tarihinde de Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu Devlet Bakanı olarak hükümete katıldılar. I. Menderes Hükümeti’nin 29 Mayıs 1950 tarihinde TBMM’de okunan Hükümet Programı’nın ilk bölümü tamamen CHP iktidarının son yıllardaki faaliyetlerinin eleştirisine ayrılmıştır. Gerçekleşen seçimler neticesinde devlet ekonomik olarak bir nebze de olsa ferahlamıştı. CHP 1950-1954 yılları arasında özellikle ekonomik anlamda DP’nin faaliyetlerini eleştiriyordu fakat ortaya çözüm olarak kabul edilebilecek bir öneri sunamadı. 

Yeni bir oluşum olan bur parti diğer muhalefet partisine nazaran din alanında çok daha esnek davranması ve dini talepleri çok fonksiyonlu bir biçimde karşılaması CHP hükümetine nazaran daha farklı konumdaydı. Birçok kesimden ilgi görmesinin temel nedenleri arasında gösterilebilir. Bu çalışmalar doğrultusunda ilk olarak meydana getirilen olay, 1933 yılında ve 1941 yılında ezan üzerindeki yasağın kaldırılması yönünde olmuştur. Ezan yasağının kaldırılmasının ardından 7 Temmuz 1950 tarihinde yürürlüğe konan devlet radyosunda dini programların yayımı izledi. Dini çalışmalar okullara kadar girmişti. Bu bağlamda pek çok faaliyet yapılmıştır. Dini bu kadar muhafaza ederken din kisvesi altında gerçekleştirilecek hiçbir olaya müsamaha gösterilmedi. Tîcanî hareketi’’nin faaliyetleri ve mensuplarının Atatürk heykellerini kırmaya yönelik eylemleri üzerine tedbirler alındı. Tarikat üyeleri tutuklandı. Atatürk aleyhtarı faaliyetlere tepki olarak Atatürk’ün hâtırasını kanun yoluyla korumayı amaçlayan Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarıldı.

    1953 yılının sonunda Demokrat Parti “CHP’nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri” ni öngören bir yasa çıkartıp uygulamaya koymuştur. Daha önceki tarihler temel alındığında en çok üzerinde tartışmalar yaşanan konu radyonun hükümet tekeline kullanılması olmuştu. İlerleyen zaman diliminde devlet radyosu Demokrat Parti himayesine girmiştir. Yasalarda mevcut olan demokrasiye karşı yaptırımları ve söylevleri ortadan kaldırmayı vaat eden hükümet bu konuda özellikle basına karşı hoşgörülü davranmayı başaramamış, eleştirilere tahammül gösterememiştir. Ceza kanununda değişiklikler yaparak basını adeta kıskaç altına almıştı.1953 ceza kanunu değişikliği ile bakanların basında küçük düşürülmesine karşı yaptırımlar uygulanmıştır. İktidara gelirken vaat ettiği düzenin tersi yaptırımlar gerçekleştiren DP hükümeti, üniversiteler üzerinde hâkimiyet kurmak ve ağır yaptırımlı cezalar silsileleri özgür Türkiye idealinden giderek uzaklaştığını ortaya koymaktadır. Amaçlarının dışında hareket etmeye başlayan hükümeti giderek çevresinde bulunan aydın kesimin tepkisini toplamıştı. 1954 seçimlerinin ardından DP’nin iktidardaki tavrı giderek sertleşirken arka arkaya birçok baskıcı uygulama birbirini takip etti. Zaman geçtikçe sosyal yaşamda kısıtlamaları artan hükümet birçok hakka siyasi kısıtlama getirmiştir. Bunlar arasında yargıçların ve profesörlerin erken emekliye ayrılması hükümleri ve daha niceleri mevcut kesimin huzursuzluğuna yol açmıştır. En ağır tedbirler ise bu uygulamaları eleştiren basına yönelik alındı. 1954 yılının sonlarına doğru dönemin ünlü gazetecilerinden Hüseyin Cahit Yalçın, Bedii Faik, Cemal Sağlam, Fuat Arna gibi isimler tutuklanırken Nihat Erim ise para cezasına çarptırıldı. Parti de içten içe fikir ayrılıkları ve siyasi bölünmeler baş göstermişti. “İspat hakkı” meselesi gündemdeydi. “19”lar olarak bilinen bu muhalifler Aralık 1955’te Hürriyet Partisi’ni kurdular.

Gazetecilerin tutuklanmasının ardından oklarını basın üzerinden kaldırmayan DP siyasal ve ekonomik başarısızlıklarının anılmasını istemiyordu. Yukarıda değindiğim gibi başlarda özgürlükçü bir tavır takınan DP hükümeti ve peşinden çıkardığı basın kanunun bütün özgürlükçü taraflarını törpülemiş diğer olaylara ise yayın yasağı getirmiştir. Basına konu ve kişi sınırlaması getiren hükümet uzun süre ellerini basından çekmemiştir. Bu dönem boyunca basın üzerindeki denetim ve baskının önemli araçlarından biri de cevap ve düzeltme hakkı olmuştur. DP, cevap ve düzeltme hakkının kullanımını zaman içinde genişletmiş ve keyfileştirmiş, böylece diğer denetim mekanizmalarının yanı sıra önemli bir araç olarak muhalif basın üzerinde kullanmıştır.

    Türkiye’nin siyasi hayatı bakımından oldukça önemli bir yere sahip olan 6-7 Eylül Olayları olarak geçen hadiseler hem iktidar partisi DP içindeki siyasal dengeler bakımından hem de Türkiye açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Kesin hükümlere varılamayan bu olayda Celal Bayar ve Adnan Menderes kendilerinin bu gelişen hadisede hakkında en ufak bir malumatlarının olmadığını belirtmiştir. Menderes’in, 1950-1954 dönemindeki iktidarını intikal devri olarak nitelendirmesinin neticesinde DP’nin sivil bir diktaya dönüştüğü yönündeki değerlendirmeler giderek artmıştır. Bu olaylar basında da geniş yankılar uyandırmıştır örnek olarak; 31 Temmuz 1954 tarihli Akis Dergisi CHP’li vekil İlhami Sancar’ın “Menderes demokrasisini yalnız başına bırakalım.” sözlerine yer verirken, ilerleyen süreç için de sine-i millet seçeneğini önermiştir. Kısıtlamalar ve baskılar gittikçe hükümeti yalnızlaştırmaya başlamıştır. İspat hakkı tartışmaları hız kesmeden devam ederken Menderes Hükümeti’nin kendi vekillerince düşürülmesiyle biten 1955’in sonbaharı, DP açısından son derece önem arz etmekteydi. DP’nin bu kadar set icraatlar sayesinde hâkimiyet kurmayı amaçlamasında ki temel nedenler arasında CHP’nin de gün geçtikçe sert bir biçimde propaganda yapması olmuştur. İktidarının ilk günlerinden itibaren darbe söylemleri ile karşı karşıya gelen DP, bu hususta iktidarını sağlamlaştırmayı temel vazife olarak görmüş olmalı. Adnan Menderes baskı konusunda sıkça uyarılarda bulunmasına rağmen pek bir netice elde edilememişti. Uyardığı en önemli husus halk içinde bölünmelerin yaşanacağına ve arkasının zor kesileceği kargaşaların peşinden geleceği hususu olmuştu. Fakat DP aynı payda da buluşmuyordu. 1948’de DP’nin iktidara karşı yürütmüş olduğu muhalefetin sertliği yetersiz olarak görülmektedir. İçinde bulunduğu tedirginlik bir süre sonra uyguladığı kararlara ve partiye de yanmıştı. 2 önemli yansıması Vatan Cephesi ve Tahkikat Komisyonu olmuştur. Adnan Menderes’in 1958 yılında yapmış olduğu çağrı kısa sürede amacı dışında gerçekleşmeye başlamıştır. Siyasi olarak başlanılan konuşma ve yaptırımlar bir süre sonra toplumsal cepheleşmeye dönmüştür. Öte yandan, Tahkikat Komisyonu birçok tartışmayı peşinden getirmiştir.

    Komisyon kelimesine bakacak olursak genel anlamıyla, bir işin ya da sorunun incelenmek üzere belirli kişilere yollanması anlamına gelir. Diğer bir deyişle “komisyonlar, her mecliste, o meclisin yeterli üyelerinden belli bir kısmının seçilmesiyle kurulan ve kural olarak raporlar sunmak yoluyla meclis çalışmalarını hazırlayan organizmalardır. Günümüz temel alındığında ise yasa çıkarmak, devletin gelir ve giderlerini gözetmek ve denetim işlevleri vardır. Komisyonlar meydana getirilirken asıl amaç inceleme yapmak ve ön tartışmalara zemin hazırlamaktır. Mevzu bahis olan Tahkikat Komisyonu ise 18 Nisan tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket üzerindeki tesirlerinin saptanması ve kanun dışı olayların asıl suçlusunu bulmak için önerilen Meclis tahkikatının bir sonucu olarak doğmuştur. 1960 tarihli 10484 sayılı Resmi Gazete ’de yayımlanan Meclis Kararında, Tahkikat Komisyonu’nun hangi nedenlerle kurulacağı belirtilmiştir.

Tahkikat Komisyonun geniş yetkilerle donatılması ülke çapında gerginliklere neden olmuştur. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde binlerce öğrencinin katıldığı hükümeti eleştiren yürüyüş ve propagandalar gerçekleşti. Olaylar başladıktan bir süre sonra İstanbul Valisi Ethem Yetkiner; Hükümete derhal sıkıyönetim ilan edilmesi teklifinde bulunmuştur.

Mecliste yapılan görüşmeler neticesinde (12 Nisan 1960 ) CHP’nin, kanun dışı yollarla iktidara gelebilmek amacıyla örgütlendiği iddia edilerek, CHP ile ilgili bir meclis tahkikatı açılması kararı alındı. Alınan bu karar o çokluğu ve birliği taşımıyordu. DP grubu kendi içerinde farklı kutuplara ayrılmıştı adeta. Diğer gruba nazaran daha ılımlı grup tahkikat komisyonunun kurulmasını istemiyorken aşırı grup ise komisyonun derhal kurulmasını istemiştir. Hatta aşırılar, özel mahkemelerin kurulmasını ve faaliyete geçmesini talep etmişlerdir. Demokrat parti üyelerinden oluşan Tahkikat Komisyonu ismi verilen oluşumun üyeleri şunlardır: Osman Kavuncu, Bahadır Dülger, Nüzhet Ulusoy, Said Bilgiç, A. Hamdi Sancar, Vacid Asena, Kemal Biberoğlu, Kemal Özer, Hilmi Dura, Ekrem Anıt, Nusret Kirişçioğlu, Turan Bahadır, Selami Dinçer, Hikmet Ölçmen ve Necmeddin Önder. Kurulduğu gün, komisyon çalışmalarına başlamış ve başkanlığa A. Hamdi Sancar seçilmiştir. Bundan dolayı bu komisyon, “Sancar Komisyonu” olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca, aynı gün alınan kararla iki alt komisyon oluşturulmuştur. Nusret Kirişçioğlu başkanlığında kurulan alt komisyon, CHP’nin faaliyetleri ile ilgili bilgi; Bahadır Dülger başkanlığındaki alt komisyon ise basın hakkında bilgi edinmek maksadı ile oluşturulmuştur. Oluşum her tabakada sevinçle  karşılanmamıştı. İlk tepki Kızılay’da gerçekleşti. Demokrat partiye gösterilen sert tutuma nazaran İsmet İnönü’ye karşı sevgi gösterileri hâkimdi. Komisyon, 2 sayılı kararıyla, “Bütün siyasi partilerin ve bunlara bağlı teşekkül ve kolların her türlü kongreleri ve kademelerin bünyeleri içinde ve kademeler arasında tertiplenebilecek müşterek toplantılarla alelumum siyasi mahiyetteki toplantılar ve partilerce yeni kademeler ve teşkilat kurulmasını tahkikatın sonuna kadar durdurmaya” karar verilmiştir. Dikkat çeken bir başka karar da “Her türlü toplantılar tertip etmek ve tertiplenen toplantılara her ne suretle olursa olsun fiilen iştirak etme” yasaklamıştır. Bu zaman diliminde CHP kolundan birçok isim tutuklanmıştır. Toplantı yapıldığı iddiası ile yargılandılar. 20 Nisan’da komisyon aldığı kararla “Görülen lüzum üzerine Belediye ile şehir ve kasabalarda mahalle, muhtar ve ihtiyar heyeti seçimleri ve köylerde muhtar ve ihtiyar meclisleri seçimleri durdurulmuştur”. Komisyon her alana bir fiil etki ettiği gibi bazı sanıklar içinde kararlar almıştır bunların başında 28 Nisan 1960’ta tanık olarak dinlenen Kurtul Altuğ, Cemal Yıldırım’ın Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nun 63.-87. maddeleri uyarınca gözaltına alınmaları gelmektedir. Basın hakkında da karar almaktan geri durmayan komisyon kararla Ankara’da Ulus Gazetesi ile Akis Dergisi; İstanbul’da Dünya Gazetesi ile Kim Dergisi; İzmir’de Demokrat İzmir ve Sabah Postası; 17 sayılı kararla Adana’da Yeni Adana ile Türk Sözü gazetelerinin ve Bursa’da Yeni And; 24 sayılı kararla Eskişehir’de Bizim Sakarya, Dinar’da Dinar Sesi, Antalya’da Antalya ile Mersin’de Son Haber gazetelerinin basımının ertelenmesine karar verdi. Komisyonun aldığı 12 sayılı karar aynen şöyle yer almıştır : “Gayrikanuni ve tahrik edici hareketleri men ve menşeini de tahkik ve tahkikatın selametle cereyanını temin ve gerekse sükun ve asayişi yeniden tesis maksadıyla ittihaz edilen karar ve tebliğler cümlesinden olmak üzere efkarı tehyiç edici neşriyat men edilmiş olduğu halde aynı muzır maksadı istihsal içinde ve dışında hazırlanan bir takım beyanname, el ilanı, broşür, sirküler ve emsali vesikalar ile yurt içinde ve dışında yazılmış veya basılmış haber, makale, resim veya karikatürü ihtiva eden neşriyatın aynen veya tadilen iktibas edilerek basıldığı, çoğaltıldığı ve gizlice basıldığının öğrenilmiş bulunduğundan bahisle basılmış ve sair suretle çoğaltılmış veya teker teker yazılmış bu çeşit ve benzeri evrakın basılması, çoğaltılması, bulundurulması ve başkasına duyurulmak için okunması” Kesinlikle yasaklanmıştır. 29 Nisan'da Forum, 30 Nisan'da Cumhuriyet, 4 Mayıs'ta Yeni Sabah, 8 Mayıs'ta Milliyet gazetesi kapatıldı. 5 Mayıs’taki Kızılay’daki gösteriden sonra siyasi iktidarın yayın organlarından “Zafer” gazetesi, 14 Mayıs’a kadar kapatılmıştır.

İçtüzüğün 177. maddesine göre kurulan Tahkikat Komisyonu bundan başka birçok geniş yetkiyle donatılmıştı. Adli mercilerin kararlarını sorgulama veyahut izin almaksızın  müdahale hakkı ve dinleme hakkı vardı. Her türlü evrak ve bilgiyi talep etme hakkını elinde toplamış olan bu oluşum hakları incelendiğinde korkutucu mahiyettedir. Komisyonun adından anlaşılacağı üzere bu komisyon ön kabulle oluşturulmuş bir topluluktu. Komisyon meydana getirilirken CHP iktidarının yıkıcı ve kanun dışı hareketlerini belirleme kisvesi etrafında gelişmişti. Böylece daha baştan CHP’nin gayrimeşru ve yasadışı faaliyetleri kabullenilmiş, bu faaliyetlerin araştırılması amaçlanmıştır. Başka bir deyişle, Komisyon, CHP’nin “gayrı meşru” faaliyetlerinin bulunup bulunmadığını araştırmak için kurulmamış; var kabul edilen söz konusu “gayrı meşru” faaliyetlerin niteliğini ve içeriğini amaçlamıştır. Komisyonun geniş yankı uyandırmasındaki ana sebep zaten bu nokta üzerinden çıkmıştır. Çünkü bir siyasi oluşumun bir meclis tahkikatına konu olup üzerinde muhakeme yapılıp yapılamayacağı o dönem zarfında insanları epey zorlamıştı. Komisyonun kurulmasına ilişkin TBMM Kararının duyurulduğu 18 Nisan günü, tahkikat komisyonu hemen aynı gün çalışmaya başlamış aynı zaman da başkanlığa Ahmet Hamdi Sancar’ı seçmiştir . Komisyon, daha sonra kendi içinde iki alt komisyon oluşturmuştur. Alt komisyonlardan birinin meydana getirilme amacı CHP iktidarının faaliyetlerini araştırmak üzere vücut bulmuştur. Diğer bir komisyon bölümü ise basını araştırmak üzere Bahadır Dülger başkanlığında meydana gelmiştir.7 Nisan 1960’ta 7468 sayılı yasa TBMM Genel Kurulunda kabul edilmiş ve 28 Nisan 1960 tarihli 10491 sayılı Resmi Gazete ’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Gazete amaç ve maddeleri şu şekilde yer almıştır: 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerinin vazife ve salâhiyetleri hakkında Kanun Madde 1 — Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenleri ve naip olarak vazifelendirecekleri Tâli Encümenler; Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ile diğer kanunlarda Cumhuriyet müddeiumumisine, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askerî adlî amirlere tanınmış olan bilcümle hak ve salâhiyetleri haizdir. Madde 2 — Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenleri: Tahkikatın selâmetle cereyanını temin maksadıyla her türlü neşriyatın yasak edilmesine, b) Neşir yasağına riayet edilmemesi halinde mevkute veya gayri mevkutenin tabı veya tevzunın men'ine, c) Mevkute veya gayri mevkutenin toplatılmasına, mevkutenin neşriyatının tatiline veya matbaanın kapatılmasına, ç) Tahkikat için lüzumlu görülen veya sübut vasıtalarından olan her türlü evrak, vesika veya eşyanın zaptına, d) Siyasi mahiyet arz eden toplantı, hareket, gösteri ve emsali faaliyetler hakkında tedbir ve karar almaya,  e) Tahkikatın selâmetle intacı İçin lüzumlu göreceği bilcümle tedbir ve kararları ittihaz etmeye ve Hükümetin bütün vasıtalarından istifade eylemeye, dahi salahiyetlidir. mali görülen vazifeliler, ihmal halinde altı aydan iki seneye, su'istimal halinde bir seneden üç seneye kadar hapis cezası İle cezalandırılırlar. Madde 5 — Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerinin yaptığı tahkikat gizlidir. Bu gizliliğe riayet etmeyenler veya malûmatlarına müracaat suretiyle yahut sair suretlerle muttali oldukları tahkikatla ilgili hususları veya hâdiseleri ifşa edenler altı aydan bir seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar. Madde 6 — Türk Ceza Kanununda yazılı yalan şahitliği ve yalan yere yemin suçları işleyenler hakkında mahsus maddelerinde zikredilen cezalar iki kat olarak hükmolunur Gazetede yer alan haberde Komisyon hakkında Useller ve ceza hükümleri mevcuttur. 13 hüküm yer almaktadır.

Tam bir hak timsali olan Tahkikat Komisyonu sulh ve sorgu yargıcıyla askeri ve adli amirlere tanınan tüm haklar ve yetkilere fazlasıyla sahipti. Bilindiği üzere, yargı hakkı 1924 Anayasası’nın 8. maddesi gereği bağımsız mahkemelere bırakılmıştır. Mahkemeler hariç TBMM dahil hiçbir kurum ve kuruluşun bu denli haklara sahip olması ve kullanması mümkün değildi. Tahkikat komisyonlarına, bu yasa ile yargısal ve idari tasarruf niteliğinde birtakım yetkiler de verilmiştir. Her türlü yayının yasaklanmasına; buna uyulmaması halinde süreli ya da süresiz yayının basımının ya da dağıtımının yasaklanmasına, toplatılmasına; süreli yayının tatiline veya matbaanın kapatılmasına karar vermek yetkileri buna örnek gösterilebilir.

Tahkikat Komisyonu geniş çapta ele alındığında, farklı görüşler ortaya çıkmaktadır. Bazı kesimler 27 Mayıs müdahalesini tetikleyen ve daha sonra da müdahalenin meşrulaştırılmasında kullanılan önemli bir girişim olduğunu düşünmekteydi. Bu meseleyi başlatan girişim, bazı DP milletvekillerinin verdikleri CHP faaliyetlerini araştırmak üzere bir Meclis tahkikatı açılmasına dair takrir olmuştur. Bu takrir TBMM’nin 18 Nisan 1960 tarihli oturumunda tartışılmış ve kabul edilmiştir. Bu tartışmalar iktidar ve muhalefet ilişkilerinin ne kadar gerildiğini göstermesi bakımından çok önemlidir. İsmet İnönü’nün o meşhur “sizi ben bile kurtaramam” sözleri bu tartışmalar sırasında söylenmiştir. Tahkikat Komisyonu meselesinin ikinci aşaması, tahkikat komisyonlarına geniş yetkiler tanıyan bir kanunun kabul edilmesi olmuştur. Tartışmaların fitilini ateşleyen bir diğer husus ise iktidar partisine mensup milletvekillerinin vermiş olduğu kanun teklifi mecliste adeta bomba etkisi yaratmıştır. Karşılıklı laf atışmaları ve şiddetin yaşandığı bir atmosfer meydana gelmişti. İnönü’nün söylediği ben bile sizi kurtaramam sözü, Tahkikat komisyonunun meydana gelmesinden 9 gün  sonra tahkikat komisyonlarının görev ve yetkilerini yeniden düzenleyen “Salâhiyetler Kanunu” kabul edilmiştir. Bazılarınca “tam bir baskı fermanı” olarak nitelendirilmiştir. Dikkat çekici bir diğer hususta kararlarına karşı çıkanlara ve rivayet etmeyenler hakkında uygulanacak ceza usullerine yer verilmiş olmasıydı. Buradan çıkarılacak kesin yargılardan bir tanesi DP’nin başladığı noktayla bulunduğu nokta arasında epey fark olduğu ve devlet kurumları arasındakinin mesafenin giderek arttığı yönünde yorumlanabilir. Feroz Ahmad’ın belirttiği gibi, “1958’in başlarına gelindiğinde hükümet bütün devlet kurumlarından fiilen yalıtık durumdaydı. Önce basın ve yargı kurumu uzaklaştı, bunu 1957 seçimlerinde sivil bürokrasi izledi ve son olarak da ordu ve üniversiteler.” Bu beklenen bir haldi. Belirli kitlenin desteğini alırken asker ve sivil bürokratların yanında eski elit ’in de tepkini çekiyordu.

Artık devlet mekanizması gerektiği gibi etkin bir biçimde görevini yerine getiremez olmuştu. Dokunulmazlıkların kaldırılması insanların kolayca yargılanması ciddi bir sorun haline dönüşmüştü. İktidar hakkın da eleştiriler yapılamaz olmuştu. Basın mensuplarına yönelik ağır yaptırımları içeren yasal düzenlemeler, sendikaların ve gazetelerin kapatılması, memur tasfiye yasasının çıkarılması gibi kısıtlayıcı yasaların yanı sıra seçimde beklenen düzeyde oy alınamayan illerle ilgili yapılan keyfi cezai uygulamalar halkı iyice köşeye çıkıştırmıştı adeta. Bu sergiledikleri tablo doğrultusunda muhalefetin ve parlamentoda temsil edilmeyen kesimlerin iktidar karşısında sert politika ve tavır izlemesine neden olmuştur.

Yukarıda belirtildiği gibi DP hükümeti her noktada ağır yaptırımlar uyguluyordu. Ekonominin de gün geçtikçe kötü bir hale bürünmesi zaten gergin olan halkı iyice kötü bir duruma sokmuştu. Üniversiteler üzerinde de uygulamalarda bulunan parti Üniversite öğrencilerinin büyük tepkisini toplamıştır. Otoriter bir biçimde ülkeyi yöneten DP, kendi çizgisinden epey uzaklaşmış vaziyetteydi. Halk kutuplaşmış aynı zaman da mecliste bir o kadar kazan mahiyetindeydi. Farklı fikirler çatışıyor giderek bölünmeler artıyordu. Tahkikat Komisyonu’nun kabul edilmesi Demokrat Parti karşıtı muhalif öğrenciler tarafından oldukça sert bir şekilde karşıladılar.28 Nisan günü üniversite öğrencileri İstanbul Hukuk Fakültesi önünde toplanmış ve Demokrat Parti hükümetini protesto etmeye kara vermiştir. Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi önünde toplanan öğrenciler, ‘Kahrolsun Diktatörler’, ‘Hürriyet İsteriz’ şekilden slogan atmışlardır. Ülkenin bu denli diktatörce yönetilmesine karşı epey savaş veren üniversite öğrencileri gösteriler düzenleyip seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Öğrencilerin seslerinin yükselmesi ve giderek sayılarının artması sonucunda polis olaya müdahale etmiştir. Birçok öğrenci bu arbede esnasında yaralanmıştır. Olayın polis kontrolünden de çıkması sonucunda askeri birliklerin olaya müdahalesi istenir fakat olay beklenildiği gibi gerçekleşmez. Askeri birliklerin Beyazıt Meydanına gelmesiyle Demokrat Partililerin hiç beklemedikleri bir durum yaşanır. Askeri birliklerin geldiğini gören üniversite öğrencileri “Türk Ordusu Çok Yaşa” diye slogan atmaya başlar. Askerler öğrencilere müdahale etmek yerine öğrencilerle kucaklaşmaya başlar. Askeri birliklerin öğrenci grubuyla birleşmesi olayın seyrini değiştirmişti. Bu durum karşısında 29 Nisan günü Sıkı Yönetim ilan edilir. Üniversitelerde yaşanan protesto eylemlerinden dolayı basına yayın yasağı uygulanır. Gazetelere yayın yasağı konmasıyla birlikte halk yaşanan olaylar hakkında net bir bilgi alamaz hale gelmişti. Basına giderek müdahalesi artan DP’nin basın ile ilişkileri Özellikle, NATO’ya girilmesiyle birlikte sol görüşlü gazeteler ve yazarlar kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bu zaman diliminde DP hakkında haber yapıldıkça hükümet oklarını hep basın üzerine çevirmiştir.27 Mayıs darbesinden 2 gün önce Eskişehir’de DP lideri Adnan Menderes, tahkikat komisyonunun görevini tamamladığını açıklamıştır. 3 aylık bir süre öngörülmesine karşın, bir ay gibi çok kısa bir sürede görevini tamamlamıştır.

Askeri darbeyi kendi içerisinde adeta besleyen DP, yapıtlarıyla öngörülür bir sonuçla karşılaşmıştı. 27 Nisan 1960’da İstanbul Üniversitesi’nde başlayarak kısa sürede, başta Ankara olmak üzere diğer illere yansıyan öğrenci gösterileri sonucunda oluşan suni siyasi istikrarsızlık ortamı bahane edilerek 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi gerçekleşir. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükûmet üyeleri Harp Okulunda, öğrenciler tarafından darp edilmişlerdir. Bu tarihten sonra yani 27 Mayıs 1960’tan 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen süre, askerin Millî Birlik Komitesi (MBK) eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdir. MBK ülkeyi askeri bir düzende idare etmiştir. Her dönemde olduğu gibi siyasi oluşum ve bölünmelerden etkilenen yine Üniversiteler olmuştu. Askerî darbeye giden süreçte öğrenci gruplarının eylemleri ve direnişleri son derece önem arz etmekteydi. Güçlerinin farkında olan bu gruplar 12 Eylül 1980’e kadar siyasi gündemin belirleyicisi ve yönlendiricisi olmak istemişlerdir. Demokrat Parti Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki 38 subay tarafından gizli şekilde yapılanmış bir cuntanın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi’nce yönetime 27 Mayıs 1960’da el konulmasıyla sonlanmıştır. Oluşturulan bu düzen diğerine nazaran ideolojilere sahip çıkan bir havadaydı. Öğrenci hareketlerinin karakteri bu seyirden sonra değişmeye başlamıştır.

SONUÇ 

Çok partili siyasal düzene geçildiğinde birçok parti kurulmuştur.1945 yılında başlayan  ve 1960 yılına kadar uzayan bu zaman perdesinde iki Parti’nin iktidar mücadelesine sahne olmuştur. CHP ile DP arasında süren şiddetli iktidar tartışmaları halkı kutuplara bölmüştür. DP iktidara gelirken temel ideolojinin demokrasi olduğunu vurgulamış bu durum hem ülke içindeki hem de ülke dışındaki meşruiyetinin tesisinde önemli bir işlev üstlenmiştir. Demokrasiyi savunması çeşitli gruplar tarafından ilgi çekici bir husus olarak görülmüş ve tez zaman da diğer oluşumlardan sıyrılarak vücut bulmuştur. Partinin iktidar olup egemenliğini sağladığı yıldan, iktidardan indirilinceye kadar politikasında bir hayli değişikler yapmış olduğu su istimal edilemeyecek bir gerçektir. Zaman içinde baskılarını ülkenin genelinde hissettiren DP, bunu tahkikat komisyonu ile güçlendirmişti. Tahkikat komisyonu sayesinde geniş hakları bünyesinde bir araya getiren demokrat parti, basını da kendi lehinde yönlendirmiştir. Birçok kesimin dikkatini olumsuz yönde çeken bu oluşum farklı toplulukların bir araya gelmesine neden olmuştur. Askerler ve öğrenciler başta olmak üzere bu diktatör rejimden oldukça rahatsızlık duymaktaydılar. Öğrenciler bu baskı rejimine karşı protestolar gerçekleştirdiler. Hükümet taleplerini gerçekleştirip onları sakinleştirmek yerine önce üniversiteleri kapatıp, sonra da sıkıyönetim ilan etti. Bu öğrenci müdahaleleri aslında askeri müdahaleye zemin hazırlamıştır. Öğrencilerin başlatmış oldukları bu çalkantı sonucunda 1950–1960 yılları arasında varlığını sürdüren Demokrat Parti, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki 38 subay tarafından gizli şekilde yapılanmış bir Milli Birlik Komitesi’nce yönetime 27 Mayıs 1960’da el konulmasıyla sonlanmıştır. 

KAYNAKÇA 

  • ASLAN, Emel, Türkiye’nin İç Siyasetinde Demokrat Parti, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı ( Yüksek Lisans Tezi), Kırşehir 2014, ss.1-7.
  • ARSLAN, Zühtü, Türk Parlamento Tarihi TBMM- XI. Dönem ( 1957-1960 ), C.1. TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, ss.25-30. 
  • AYDEMİR, Sefa Salih,“ 27 Mayıs 1960 Darbesine Giden Süreçte Üniversite’nin Etkisi”, Uluslararası Avrasya Eğitim ve Kültür Dergisi, C.1, S.1, 2016, ss.12-15.
  •  BULUT, Sedef, “Üçüncü Dönem Parti İktidarı ( 1957-1960) Siyasi Baskılar ve Tahkikat Komisyonu”, Akademik Bakış Dergisi, C.2, S.4, 2009, ss.126-128 
  • ÇAVUŞOĞLU, Hüseyin, “27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinin Önemli Nedenlerinden Biri Olarak Gösterilen Tahkikat Komisyonunun Amacı, Faaliyetleri ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme”, Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Dergisi, C.1, S.3, 2019, ss.140-146 
  • DEMİR, Taner Hüseyin, Demokrat Parti Döneminde Malatya’da Muhalif Basın: Malatya Postası ve Malatya Postası Örnekleri, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ( Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) , Eylül 2017, ss.30-50. 
  • ESEN, Selin, “18 Nisan Tahkikat Komisyonu”, Mülkiye Dergisi, C.34, S.267,2010, ss.174- 176. 
  • GÜN, Önder, 27 Mayıs Askeri Müdahalesine Doğu DP-CHP Müdahalesinin Zirvesi: 18 Nisan 1960- Tahkikat Komisyonu’nun Kurulması ve Faaliyetleri, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı ( Yüksek Lisans Tezi) , İstanbul 2006, ss. 4-8. 
  • GÜZELİPEK, Yiğit Anıl, “Demokrat Parti Döneminde Parti İçi Muhalefet ve Kırılma Anları: Tarihsel Bir Analiz”, Tarih Dergisi, C.9, S.3, 2017,ss.80-88. 
  • KUBİLAY, Çağla, “ Demokrat Parti Döneminde Bir Baskı Ve Denetim Mekanizması Olarak Cevap Ve Düzeltme Hakkının kullanımı” Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.1,S.39, 2014. ss. 190. 
  • NALBANT, Tamer, Demokrat Parti Döneminde Ordu-İktidar İlişkileri, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınlanmış Doktora Tezi, Ankara 2019, ss.30-50. 
  • ÖZÇELİK, Pınar Kaya, “Demokrat Parti’nin Demokrasi Söylemi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C.65, S.3, 2010, ss.172-175. 
  • ÖNGEL, Alpaslan, “Demokrat Parti Dönemi Basın ve İktidar İlişkileri (1950-1960)”, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, ss.15-34. 
  • SİTEMBÖLÜKBAŞI, Şaban, “Menderes Adnan (1899- 1961) “, TDVİA, C.29, Ankara 2004,ss.127 
  • TEMEL, Mehmet, “ Menderes’in Beyanlarına Göre 27 Mayıs İhtilaline Giden Süreçte CHP’nin Sorumluluğu”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi, C.1, S.20, 2019, ss. 200. 
  • TOPÇU, İlyas, “Adnan Menderes’in Gözünden İstanbul ve Ankara Olayları”, Uluslararası Sosyal Ve Beşeri Bilimler Araştırma Dergisi, Kar 2019, ss. 86 
  • T.C. Resmi Gazete, 28.04.1960, S.10491, Kanun No: 7468, Kabul Tarihi: 27.04.1960. 
  • YILDIZ, Nuran, “ Demokrat Parti İktidarı 1950-1960 ve Basın “ , Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C.51, S.1, 1996, ss.485-487.
  • RESİM: https://www.haber2021.com/demokrat-partinin-otoriterlesmesi-tahkikat-komisyonu

İlk Türk Matbaasının Kuruluşu ve İbrahim Müteferrika

    





                                                 Nagihan BİLGİN


    15. yy da Gutenberg’in matbaayı icadı ile başlayan, Batı’da ve Doğu’daki gelişimi her ne kadar farklı olsa da insanlığa yararı yadsınamaz bir gerçektir. Matbaa icat edilmeden önce yazı çeşitli basım teknikleriyle çoğaltılmıştır. Bu bağlamda yazma eserleri elle yazarak yeni bir nüshasını çıkartmak oldukça zaman almıştır. Bunu hızlandırmak için birkaç farklı yol denenmiştir. Bunlardan ilki oyulmuş tahta veya madeni levha yoluyla aslına uygun bir şekilde koyasını çıkartmışlardır. Mühür baskı yöntemi ile de bütün bir sayfayı tek parça olarak bir levha üzerine oymak gerekmektedir. Bir diğer yöntem de ise ksilografi’ dir. Bir ağaç parçası kabartılı bir desen oluşturacak biçimde yontulur , kabartılı kısım mürekkeplenir ve üzerine kağıt bastırılır. 10. Yüzyılda Çin’de kağıda uygulanmış olan bu teknik esasında 4. yüzyılda Mısır’da , 12 ve 13 yüzyıllarda Avrupa’da kumaş üzerine baskı yapmak için kullanılmıştır.  Diğer taraftan Doğu Türkistan Kan-Su’daki Tun-Huang bölgesinde, 9. Yüzyılda ahşaptan yapılmış matbaa harflerinin bulunması daha o dönemde yazıyı kullandıkları, basım yaptıklarının işaretidir . İlk Türk matbaasının Osmanlı’da kuruluşundan önce matbaanın Osmanlı’da kullanımı İspanya’dan göç eden Yahudiler tarafından 1495 yılında İstanbul’da açılmıştır. Bunu Selanik, Edirne , İzmir gibi şehirler takip etmiş ve daha pek çok şehirde faaliyete geçmiştir. İbranice , Yunanca , Latince ve İspanyolca basılan eserlerde dini konular ağır basmıştır. Yahudiler’den sonra 1567 tarihinde Ermeniler, 1627 ‘de ise Rumlar ilk matbaalarını İstanbul’da açmıştır. Osmanlı Devleti azınlıkların açmış oldukları matbaaları zaman zaman kapatma kararı almıştır. Bunun sebebi olarakta Yahudi ve Hristiyan cemaatlerinin din işlerinde yaşadıkları anlaşmazlıkların önüne geçmektir. Çünkü; her cemaat kendi propagandasını yapmak gayesiyle , dini kitaplarını kullanmaktadırlar. 3 Osmanlı Devleti azınlıkların matbaalarında Türkçe ve Arapça eserler basılmasını yasaklamıştır. Fakat Avrupa’da basılıp ülkeye gizlice getirilmesi önlenememiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in matbaa da basılan ilk örnekleri 17. Yüzyıldan itibaren ülke sınırları içerisinde görülmeye başlanmıştır. Ancak bunların serbestçe okunması ve dağıtımı mümkün olmamıştır. 4 Ancak Osmanlı Devleti azınlıklara yasakladığı matbaayı bir müddet sonra desteklemiş ve ilk Türk matbaasının kurulmasına kanaat getirecektir. Osmanlı tarihinde 1718-1730 Lale Devri olarak anılmaktadır. Batılılaşma anlamında yenilik hareketlerinin başlaması açısından ayrı bir öneme sahiptir. Bu dönemin ortaya çıkışının iki sebebi vardır bunlardan ilki; Osmanlı Devleti’nin toplumsal düzeninin 17. yüzyıldan itibaren bozulmasıdır. İkincisi de ,egemenliği altındaki toprakları 17. Yüzyıl sonlarından itibaren kaybetmesidir. Ancak Osmanlı devleti toplumsal yapısının bozulmasını 18. Yüzyıl ‘da toprak kayıplarının had safhaya ulaştığı zaman farkına varabilmiştir. Batı’da neler olup bittiğini merak etmiş ,ve incelemeler yapmak amacıyla Avrupa’ya elçiler göndermişlerdir. Avrupa’yı örnek almak gibi yeniliklere yönelmiştir.  İlk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika Macaristan’da Koloszvar şehrinde muhtemelen 1674’te doğmuştur. Kalvinist olduğu iddia edilen Hristiyan , fakir bir Macar ailesindendir. Asıl adı ve ailesi bilinmemektedir. Şehrin Kalvinist kolejinde rahip olmak üzere okurken 1692’de ya da 1693’te Thököly İmre’nin , O zaman bu şehri elde eden Habsburglara karşı ayaklanması sırasında Osmanlı askerlerinin eline esir düşmüş , İstanbul’a getirilerek köle olarak satılmıştır. Kendisini kurtarmak için Macarlardan kimse “fidye-yi necat” vermediğinden,efendisi de çok kötü bir adam olduğundan kölelik hayatına dayanamayarak zorunlu olarak Müslüman olmuştur. İbrahim adını alımış, Türkçe’yi , İslâm bilimlerini çabuk öğrenerek yükselmiştir. Müteferrikalık Osmanlı sarayında çeşitli işler yapmakla görevli, hükümdarla vezirlerin ve diğer hizmet sahiplerinin yanında olan bir kısım hizmet erbabı hakkında kullanılan bir tabirdir.  İbrahim Müteferrika bu unvanı 1715’ te Şehit Ali Paşa’nın mühürdarlığında bulunup , Mora seferinden avdette sadrazamın bir mektubuyla Avusturya Macaristan aleyhine hareket eden Macarların yanına tercüman olmasıyla almıştır. Müteferrika, Rakoçi’nin ölümüne kadar Tekirdağ’da onun yanında tercümanlıkta kalmış, Türkçe katipliğini yapmıştır.  1737- 1739’ da Türk-Avusturya-Rus savaşında top arabaları katipliği yapmıştır. Türk askeri ile savaşa giden Macarların tahririni yapmıştır. 1738’ de Orşova kalesinin Türklere teslimi müzakerelerinde görev almıştır. Matbaanın açılışına bakacak olursak ; İbrahim Müteferrika’ya en büyük yardımı 1720-21 yıllarında Paris’e gönderilen Yirmisekiz Mehmet Efendi’ye eşlik eden oğlu Sait Çelebidir. Mehmet Çelebi’nin Paris’ten Fransız saray çizim ve planlarını getirmesi ile Barok usülü mimarinin Osmanlı sarayı tarafından ilgiyle karşılanmıştır. Matbaa teknolojisinin Osmanlı toplumunu etkileyecek şekilde devlet eliyle kurulması da işte bu dönemin bir mahsulü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sultanın verdiği fetva doğrultusunda İbrahim müteferrikanın evinde kurulmuş olan Müteferrika matbaası 28 Eylülden sonra 1727 de kuruldu.1730’ da patrona Halil İsyanın çıkması bu siyasi karışıklık Osmanlıda taht değişikliğine sebep oldu. 

    Toplumsal değişimin hızlandığı, sosyal tabakalaşmanın yok olmaya başladığı. Bir döneme girilmeye başlandı. Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nden önce kullanıp geliştirmesi, devletlerarası rekabete yön vermişti. Matbaanın kurulması birçok yeni gelişmeyi peşinde getirse de bir o kadar da tartışma konusu olmuştur. Bu husus Osmanlıya matbaa geç mi geldi siyasi sonuçları ve bunun nedenleri üzerinde durulmuştur.. Kesin bir nedeni olmamakla beraber bu süreci etkileyecek hususlar temel alınmalıdır. Bu bağlamda değerlendirecek olursak öncelikle dönemin siyasi ve sosyal konumunu ele almalıyız. İnsanlar genellikle “Din” olgusunu Osmanlı matbaasının sonradan açılmasının nedeni olarak görürler. Fakat bu temellendirme eksiktir. Zamanında din olgusu matbaa üzerinde kısıtlayıcı etken yaratsa da tamamen geç gelmesinin nedeni olarak sayamayız. O dönemde Osmanlı toplumunda reayanın dar gelirli olması ve bu hususta hattatlığın temel geçim dayanaklarından olması da matbaaya uzak durulmasını sağlayan bir diğer etkendir. “Müstensihler” denilen ve kitap yazım, çoğaltım işiyle uğraşan bu grubun temel geçim kaynağı buydu. Uzak durulmasındaki ekonomik payda çok önemlidir. Çünkü Osmanlıda var olan Devlet anlaşışı Lonca üzerine kurulmuştur. Fakat durum düşünüldüğü gibi olmamış birçok tarihçinin eseri temel alındığında aksine yazma eserler, matbaa eserler karşısında değer kaybetmemiş seyrini devam ettirmiştir. Matbaanın toplumda yaygın hale gelmesi ve eğitimsel faktörlerin yaygınlaşması olarak gören kısım yerine bunu zihniyet değişimi olarak algılayan bir grubun engelleri ile karşılaşmıştır. Batılılaşma olarak algılayan grubun ve aynı zamanda işlerini kaybedeceklerini düşünen esnafın tepkisini çekmiştir. Avrupa’ya nispetle geç gelen matbaa batıdaki gelişmelerin Osmanlı’nın kayıtsız kalması ve bilginin öğrenilip hayata geçilme serüvenini bir sonraki tarihlere aktarmıştır. Bu bağlamda matbaanın aktif bir şekilde kullanılması içi belirli bir alt yapıya ihtiyaç vardı. Gerekli koşulların ilki kullanılacak maddenin ucuza mal edilmesidir. Batı’nın bu konuda daha üretken imkânlara sahip olması ve bunu her âlânda kullanması çağın gerekliliklerine kolay adapte olmasını sağladı. Kâğıt dışında basımın sürekliliği adına belirli bir okuyucu kitlesine sahip olmak gerekiyordu. Genel olarak değerlendirildiğinde matbaanın Osmanlıya geç gelmesindeki etkenin tartışmaların ana hedefi olan din olmadığını görüyoruz. Devletin matbaa serüveni incelendiğinde Arap alfabesinin de temel alınması lazım gelir. Sözlü yazım geleneğine dayalı bir olgunun biranda değişmesi mümkün olmayacaktı. Matbaanın siyasi koşullar neticesiyle geciktiğini söylemek yanlış olmaz. Reayanın endişe ettiği gibi hattatlar saf dışı kalmamış büyük çoğunluk dini kitaplar elle yazılmaya devam etmiştir. Kağıt üretimi, Kültürel faktörler, Teknik ve bilgi eksikliği, dönemin siyasi sosyal yapısı, Kullanılan alfabe sisteminden çıkan güçlükler olarak sıralayabiliriz. Fakat müteferrikanın bu sorunlar karşısında büyük bir başarı gösterdiği yadsınamaz bir gerçektir.14 Matbaa birçok alanı etkilese de en önemli alanı eğitim üzerine olmuştur. Avrupa da çoktan faaliyete girmiş olsa da Osmanlıda da birtakım değişimlere neden olmuştur. Matbaada 1729’ da basılan ilk kitap bütün medrese talebelerinin ihtiyaç duyacağı Arapça –Türkçe sözlük Vankulu Lügati’dir. Bu gelişmeler lale devrinin en büyük kazanımı olmuştur. Lale devri Osmanlı için bir Rönesans mahiyeti taşıdığı için birçok alanda matbaanın etkisi hakim olmuştur. Toplumun araştırma arzusu arttıkça basılan eserlerin miktarda talebi karşılayacak derecede yaygınlaşmıştır. Matbaa 1795’te Mühendishane-i Berr-i Hümayun talebelerinin kısa sürede kısa sürede ve çok sayıda kitap ihtiyacını karşılamak için devlet eliyle Matbaa-i Amire adıyla yeniden açılabilmiştir.15 Basılı kitabın temel amacı kalıcılığı sağlamak aynı zamanda geniş bir okuyucu yelpazesine hitap etmektir. İbrahim Müteferrika’nın da bu amaçla giriştiği ve başarıyla Osmanlıya adapte ettiği bu yeni platform birçok kitabın basılması ve okutulması hususunda adımları başlatmış ve gelişerek devam etmiştir. Ucuz kitap sayesinde eğitim daha kolay hale gerilmiştir. Aynı bilginin birçok kişiye ulaşması sağlandı. Matbaa Osmanlı İmparatorluğunda temsil edilen milletlerin entelektüel uyanışı ve modern eğitim alanlarında büyük hizmet vermenin yanı sıra imparatorluğun sonunda meydana gelen siyasi mücadelelerin en etkili silahı olarakta. kullanılır.

 Sonuç

 İlk Türk matbaasının Osmanlı’da kuruluşundan önce matbaanın Osmanlı’da kullanımı İspanya’dan göç eden Yahudiler tarafından yapılmaktaydı. İlk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika Habsburglara karşı ayaklanması sırasında Osmanlı askerlerinin eline esir düşmüş, İstanbul’a getirilerek köle olarak satılmış, zorunlu olarak Müslüman olmuştur. Böylelikle Osmanlı’nın matbaa serüveni başlamıştır. Matbaanın kurulması birçok yeni gelişmeyi peşinde getirse de. Bir o kadar da tartışma konusu olmuştur. Bu husus Osmanlıya matbaa geç mi geldi sorusu üzerine yoğunlaşılmıştır. Kesin bir nedeni olmamakla beraber bu süreci etkileyecek hususlar temel alınmalıdır. Bu bağlamda değerlendirecek olursak öncelikle dönemin siyasi ve sosyal konumunu ele almalıyız. O dönemde Osmanlı toplumunda reayanın dar gelirli olması ve bu hususta hattatlığın temel geçim dayanaklarından olması da matbaaya uzak durulmasını sağlayan bir diğer etkendir. Görüldüğü gibi Osmanlı’ya geç gelmesi dönemin ihtiyaç yapısıyla alakalıdır.

Kaynakça

 AFYONCU, Erhan ,”Müteferrika”, TDVİA, C. 32, İstanbul 2006, s. 183 

 ALTUNTEK, Serpil,” İlk Türk Matbaasının Kuruluşu ve İbrahim Müteferrika “, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C. 10, S. 1, 1993.

 BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma , Bilgi Yayınevi, Ankara 1973, 

 ÇETİNKAYA, Nurullah, Matbaanın Osmanlı Eğitim Tarihi’ndeki Yeri ve Önemi, Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, Konya Selçuklu Üniversitesi , Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2011, s. 105 

GÜNDÜZ, Mustafa, Türk Eğitim Tarihi, İdeal Kültür Yayıncılık, İstanbul 2020, 

 İNCE, Yusuf, “Matbaanın Osmanlı Topraklarına Geç Gelmesinin Müsebbibini Aramak Ya Da Eski Bir Tartışmaya Dâhil Olmak”, Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmaları Dergisi, S. 20, İstanbul 2018,

 KARAGÖZ, “Mehmet, Osmanlı Devleti’nde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Artaştırma ve Uygulama Dergisi, S. 6 ,İstanbul 1995,

 KORKMAZ, Şerif, “İbrahim Müteferrika ve Türk Matbaası”, Dil Araştırmaları Dergisi, C. 2, 1999

 KÜÇÜKCAN, Berrin, “Dünden Bugüne Matbaanın Serüveni”, Leman Şenalp’e Armağan Türk Kütüphaneciler Derneği, İstanbul 2006 

 SÜMBÜL, Sinan , Osmanlı’da Matbaa Meselesine Yeni Bir Bakış : Risale-i Fevaid-i Basma Adı Yazma Eser Bağlamında Osmanlı Devleti’nde Matbaacılık Faaaliyetlerinin Değerlendirilmesi, Bilgi ve Belge Araştırmaları Dergisi, S. 10, İstanbul 2018 

 TEKİN, Şinasi , Eski Türklerde Yazı, Kağıt Kitap ve Kağıt Damgaları, Eren Yayıncılık, İstanbul 1993 TOSUN DURMUŞ, “Büşra, Matbaa Teknolojisinin Osmanlı Devletine Giriş Koşulları Ve Tartışmalar” , Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, C. 5, 2017

resim: https://www.fikriyat.com/galeri/tarih/10-soruda-osmanlida-matbaa-ve-ibrahim-muteferrika

22 Temmuz 2021 Perşembe

 KLASİK TÜRK MÜZİĞİNDE FORMLAR



Muhammet KUDU  


Formlar eser biçimleri anlamına gelmektedir ve her müzik türünde olduğu gibi Türk müziğinde de kendine has formlar vardır. Çok zengin bir özü olan müziğimizin formları ayrıca bir inceleme konusu olup derinlik içermektedir. Bu yazı Türk müziği formları üzerine özet bir yazı niteliği taşımaktadır.

 Türk müziği formları önce ikiye sonra da yine kendi içinde ikiye ayrılmaktadırlar. 

1-Saz musikisi(Instrumental(enstrümantal) müzik)

2- Sözlü Musiki (vokal müzik)

   Bu iki gruptan sözlü müzik kendi içinde yine ikiye ayrılmaktadır;

A) Dini müzik

B) Din dışı müzik (la dini musiki).

    1-Saz Musikisi

  Yalnızca çalgılar için hazırlanmış ve yazılmış müzik türüdür. Sazı icra edene Sazende denirdi.

 a) Taksim: herhangi bir saz tarafından bir veya daha fazla makama gecki yapılarak, geçilen makamların tüm özelliklerini göstererek  yapılan, anlık ilhamdan beslenen icra türüdür. Usulü yoktur.  Eğer çok fazla makam dolaşılıyorsa bu tür taksimlere Fihrist Taksim denir.

Taksim üç çeşittir:

1-Gösteri  Taksimi: bir esere başlamadan o eserinin makamına kulakları alıştırmak için yapılan tek makamı içeren Taksim'dir.

2-Ara Taksimi: bir faslın ortasında of makamından başlayıp birkaç makam dolaştıktan sonra yine dolaşılan ilk makamda karar eden Taksim türüdür.

3: Geçiş Taksimi: bu Tahsin bir makamda başlayıp başka bir makamda kareden Taksim'dir. Ayrı ayrı makamlardaki eserler için bağlantı amaçlı kullanılır.

 b- Peşrev: kelime kökeni Farsça olup önde giden anlamına gelmektedir. Fasılların en başına çalınan saz eseridir. Her birine hane denilen kısımlardan meydana gelmektedir. Hanelerin sonunda nağmeleri karara götüren teslim veya mülazime denilen melodisi hiç değişmeyen bir kısım vardır.  Günümüzde teslim olarak isimlendirdiğimiz bu bölümün asıl adı mülazımedir.  Beşevler birahanedeki makamın adıyla anılırlar ve bu makama bağlı olurlar. Diğer hanelerde başka makamlara geç gelir yapılabilir fakat teslim yine ilk makamda olmalıdır. Genellikle haberin sonunda oha nede kullanılır makamın güçlü perdesi üzerinde yarım karar verilir. Eğer yarım karar hane sonunda değilse mutlaka hani'nin içinde verilir. Beşevler genel olarak 4 haneli derler az sayıda 2-5 ya da 6 haneli olanları da vardır. Beşevler genellikle büyük usullerle ölçülmüşlerdir. Bununla beraber küçük usullerle ölçülmüş olanları da vardır. Beşevler'de akşamüstü kullanılmaz. Bazı Beşevler bir saz ile bütün sazların karşılıklı soru cevaplı icrası için hazırlanmıştır. Bu gibi peşrevlere batak veya karabatak peşrevi adı verilir. Bazı peşrevler de 1 hane aynı zamanda teslimdir ve herhalde sonra çalınır.

C-Medhal: peşrev yerine kullanılan bir nevi kısa peşrev diyebileceğimiz bir saz formudur. Şeması A+B dir. Peşreve göre daha serbest bir formu vardır. Aksak olmayan küçük usullerle ölçülürler. Name bakımından beşevler'den farklılık gösterirler. Medhal XX. yüzyılın başlarında bulunup kullanılmaya başlanmıştır.

D-Saz Semaisi: Peşreve çok benzemektedir. Gerek hane teslim ilişkisi gerekse yarım karar tam karar yerleri bakımından tamamen peşrevler ile aynı kurallara bağlıdır. Ancak saz semailerinin ilk 3 hanelerinin 10/8 lik aksak semai usulü ile ölçülmek zorunluluğu vardır. 4 tane de uzun geçkisi yapmak da bir zorunluluktur. Saz semaileri  musiki  faslının en sonunda çalınır. 

E- Longa: yapı bakımından yine peşe benzemektedir. Ancak 5 evden daha serbest bir durumu vardır iki üç dört haneli olabilir. Teslimli veya teslimsiz olabilirler. Bir çeşit oyun havası dırlar ve çoğunlukla 2/4 lük nim sofyan usulü ile ölçülürler. Yürütme oynaktırlar. Yakın geçmişte Santuri Ethem efendi longalar ile ünlüdür.

F-Sirto: longaya göre daha serbest yapılı haneli veya hanesiz, son hanelerinde usul geçkisi yapılabilen ve çok yürük herhangi bir küçük usullerle ölçülmüş sirto isimli bir oyunu oynamak için yapılmış saz eserleridir. Özel ritimleri vardır. Bu ritim 8/8 Düyek usulüyle bestelenen sirto ların usule uygun bir ritmdir. Sirtolar çoğunlukla 2 haneden oluşur. Ağırdan başlayan kusur ikinci hanede hızlanır ki bu 2 haneye susta (yay) adı verilir. 

E-Oyun Havası: çok keskin bir şekli olmayan köyde ve kentte her çeşit oyunu oynamak için 2 3 4 5 6 7 8 9 10 zamanda usullerle ölçülmüş saz eserleridir ve oyun havaları daha çok folklorun konusu olmuştur.

H- Aranağme: şarkıların başında çalınan ve o şarkının makam ve usulünde öküz sayısı şarkı ile orantılı saz parçalarıdır.

İ- Koda: italyanca'da kuyruk anlamına gelmekte olan koda şarkıların sonunda çalınan bir tür aranağmedir.

     2- Sözlü Musiki

Çalgı eşliğinde veya çalgısız belli bir  güftenin  insan sesiyle ve melodi ile okunması için meydana getirilmiş makam veya makamlara bağlı usulü veya serbest eserlerdir. Birtakım biçimsel kurallara bağlıdırlar.

  1-Dini Formlar

A- Mevlevi Ayinleri: Mevlevi denilen kişiler namaz dışında bir çeşit ibadet daha yaparlardı. Bu ibadet dönerek yapılan ve Sema denilen bu ayinler müzik eşliğinde yapılırdı. Sema sırasında çalınıp söylenen müzik büyük musikişinaslar tarafından hazırlanmış özel bir şekli olan uzun ve bestelenmesi zor eserlerdir. Bir ayın meydana getirebilmek bestecilik de çok üstün olmayı gerektirir. Mevlevi ayinlerinde müzik eşliğinde yapmaları bu tarikatın yüzyıllar boyunca en büyük bestecileri yetiştirmesine ortam sağlamış ve bu yolla aynı zamanda Türk müziğinin en büyük bestecileri de tarikatların den çıkmıştır. Eski Mevlevi tekkelerini saray dışında ilk Türk konservatuarları olarak görebiliriz. Ayın denilen bu besteler her birine selam denilen dört kısımdan oluşur. Güfte genellikle Mevlana'nın şiirleri ne seçilir. Ayin sırasında dünen yani Sema eden dervişlere semazen çalan ve okuyanların oturduğu yere mutrip mutrib  daki müzisyenlere mutrib  heyeti neyi çıkanlara Neyzen kudüm vuranlara kudümzen aynı okuyanlara ayinhan ve nat okuyanlara Nathan denirdi. 

B- May: mevlevihaneler de ayinden önce bir kişi tarafından okunan ve peygamber efendimize veya Allah'a övgüler bulunduran Arapça Farsça Türkçe kasidelerin durak evferi ve Türk aksağı usulü ile bestelenmiş eserlerdir.

C-Durak: Yaradanı ululayan renk kaside tarzında yazılmış şiirlerin yalnızca durak evferi usulü ile ölçülmesi neden meydana gelmiş bir türdür.

D-Miraciye: Hz Muhammed'in miraç'a çıkışını anlatan ve nayi Osman dede tarafından bestelenmiş uzun ve değişik makam ve usul gençleri olan eserdir. 10 kısımdan meydana gelmiştir. Aslında daha uzun olan bu büyük eserin geri kalan kısmı unutulmuştur.

E- İlahi: dini ve tasavvufi duyguları dile getiren genellikle hece vezni ile yazılmış koşma tarzındaki şiirlerin bestelenmesinden meydana gelen bir türdür. Çeşitli küçük ve büyük usüller kullanılmıştır.

F-Şugul: Arapça ilahilerdir.

G- Nefes: Bektaşi şairlerinin hece vezni ile yazdıkları tasavvufi şiirlerin yine bektaş'ı aynı yerinde okunmak üzere beslenmesinden oluşmuştur. Küçük ve büyük usüller kullanılmıştır.

H-Tevşih: mevlit arasında okunmak üzere yazılmış sözleri Allah'ı ve peygamber'i yücelten ilahilerdir.

I-  Ezan: namaz vakitlerinde Müslümanların namaza çağırmak için camilerden okunan bir türdür.

J- Tekbir: bayram namazında topluca okunan bir türdür. Segah makamındadır.

  K: Temcid: kutsal gecelerde sabaha karşı minarelerden okumak için meydana getirilmiş bir türdür. Sözleri arapçadır.

Mevlid: Allah'ın yüceliği ve peygamberin onun elçisi olduğunu anlatan Süleyman Çelebi tarafından Mesnevi tarzında yazılmış şiirin ezgili olarak okunmasından meydana gelen bir türdür. Hz Muhammed'in hayatını da anlatmaktadır. Özel ve kutsal günlerden mevlithanlar tarafından usule bağlı olmayarak okunur.

 2-Din Dışı Formlar

   Dün dışı sözü Türk müziği eserlerinde dini duygular dışında aşk ayrılık Özlem vuslat çekilen üzüntüler kaderler tabiat güzellik felsefe psikolojik gurbet başlıca konuları ifade eder.

A-Kâr: Türk müziğinde din dışı sözlü eserlerin en büyüğüdür ve en sanatçısıdır. Bestecilerin sana tütün gösterdiği en büyük eseridir. Genellikle büyük bazen de aksak olmayan küçük usullerle ölçülmüş nelerdir. İçinde usul geçkisi olan kârlara Kâr-i Murassa denir. Bu türün sözleri genellikle Farsçadır ve beraber Türkçe olanları da vardır. 

B-Kâr-ı Natık: natik söyleyen gösteren ve bildirici anlamlarına gelir. Bir çeşit kârdır. Asıl kârdan farkı sözleridir. Köftesi mısra-i bir ilişki kurarak ayrı bir makam veya gusülden söz eder. Her mısra içinde geçen makam ve usulü de bestelerinin iş dolayısıyla her mısrada ayrı bir makam ve usule geçiş yapılarak eserin sonuna kadar gidilir. Besteciler zor olan bu eseri musikideki üstünlüklerini göstermek hem de makam usul geçtiği gibi müziğin önemli konularını öğrencilerini öğretmek için bestelenmişlerdir. 

C- Ağır Semai: klasik faslında ki yeri 2 besteden sonradır. Her anlamda beste'ye benzer tek farkı ağır semai lerin sengin semai ağır sengin semai aksak semai ağır aksak semai usulü lerinden biriyle ölçülme zorunluluğudur. Ağırbaşlı ve ciddi bir eser olan ağır semai melodik Yapı şeması ile aynıdır. Nakış ağır semai çeşidi vardır.

D: Yürük Semai: klasik fast'ın son sözlü eseridir ve her bakımdan beste ve ağır sema'ye benzer. Tek farkı Yürük Semai usulü ile ölçülmez zorunluluğudur. Melodi ve söz yapısı tamamen beste gibidir. Yürük Semai ellerinde nakış Yürük Semai şekilleri vardır.

E- Gazel: Saz müziğindeki taksim'in insan sesi ile olanıdır. Serbest okunur 24 veya daha fazla mısralı belli bir makam anlayışı içinde melodilerle söyleyerek sesle Taksim etmektir. Önceden hazırlanmamış olup icracı nın o andaki ilhamına bağlıdır. Buna irtical denir. Ğüfteden ayrı olarak araya of,aman, medet, ey gibi ünlemler de ilave edilebilir ama bunların fazlası hoş karşılanmaz. 

F- Şarkı: 4 5 6 8 10 12 mısralı kıtaların beslenmesinden meydana gelmiş Bir formdur. Genelde 10 zamanlıya kadar küçük usüllerle ve nadiren bazı büyük usullerle ölçülmüşlerdir. Ağır ve Yürük Semai lerden üslup ve gidiş bakımından çok farklıdırlar. Şarkıların üstünü büyük formdaki esere göre daha hafiftir. Şarkıların 1. mısralarına zemin  denir. Şarkının bağlı olduğu makamda seyredilir. İkinci mısra yani nakarat nağmelere güçlüden durak perdesinde götürür ve durak perdesinde tam kararla sonuçlanır. 3 mısra yani miyanda başka bir makama geçmek adet olmuştur. 4.  mısra ikinci mısra'nın bestesi ile okunur ve durak perdesinde tam karar yapılarak son bulur. 

G-Köçekçeler: genellikle aynı makamda Yürük hareketli şarkı ve türkülerin uzun kararnamelerle birbirine bağlanmasından meydana gelmiş aynı zamanda tarihteki Çengi ve köçek takımlarının oyun oynamaları için düzenlenmiş bir müzik türüdür. Küçük şeylerde şarkılar ve türküler genellikle kendi yapıları ile kullanılmıştır. 

J- Türkü: şehir dışında köy kasaba yaylada oturan halkların bağlama cura divan sazı zurna davul darbuka kaval kemençe kabak kemane gibi müzik enstrümanlarıyla çalıp söyledikleri kendine has yöresel özelliklere sahip olan sözlü müziktir. Anonim olup sözler halk edebiyatından alınmıştır. Sözler hece vezniyle yazılmış şiirlerdir. Şehirli besteciler türküleri çokça taklit etmeye çalışmıştır.

   

 KAYNAKÇA: İ. HAKKI ÖZKAN ( Türk Musikisi nazariyatı ve usulleri)

Mevlevi ayinleri(ist.bel. kons.neş. 1,2,3, 1931/1933)

Türk musikisi ansiklopedisi, (Cilt 1,2,3, Yılmaz Öztuna,ist.1969/1976)

21 Temmuz 2021 Çarşamba

1920-1936 ATATÜRK’ÜN DENGE POLİTİKASI



                                                         Nagihan BİlGİN

Giriş

    1918 yılında işgale uğrayan Türkiye 1919’ da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla işgalden kurtarılma dönemine girmiştir. Bu tarihten sonraki yapılan tüm faaliyetlerin temelinde yeni kurulan TBMM’nin bir bakıma Türkiye’nin tanınması yer almıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Lozan antlaşması ile bu amacını uluslarası camiaya kabul ettirmiştir. Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra konferansta çözülemeyen sorunlar Türk dış politikasının temelini oluşturmuştur.1920-1936 tarihleri, Atatürk’ün “Denge Politikası” uyguladığı son derece önem arz eden bir dönemdir. I. Dünya Savaşında müttefiklerinin yenilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesini imzalamak zorunda kalmıştır. Atatürk,19 Mayıs 1919’da kurtuluş Savaşı’na başladığında son derece olumsuzluklarla karşı karşıyaydı. Vatanın her bir noktası birinci dünya savaşının muzaffer büyük devletleri tarafından işgal altındaydı. Bu yeni dönemde Avrupa’nın uluslararası ilişkilerdeki rolü azalırken, ağırlık merkezi olmaya devam etti. Avrupa da savaştan yenik çıkmış devletlerin üzerine birçok yeni egemenlik sahası kurulmaya başlamıştı Bu egemenlik sahası bir gelişme gibi görünse de birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. 1 dünya savasına kadar görülmemiş bir tahribat yaşayan ekonomi devletleri daha zor bir duruma düşürmüştü. Çünkü Savaşı kazanmak için verilen vaatler yerine getirilmez olmuştu. Yeni Sovyet rejiminin bir dünya ihtilali gerçekleştirmek düşüncesiyle bu yıkımları siyasi politikalarına alet etmesi sorunları daha ileri boyutlara taşımaktadır. Uluslararası bu çalkantılı dönemde barış antlaşmaları yapılması hayati bir önem kazanmıştı. Büyük devletler yenik devletlere imzalattıkları mahiyette bir barış antlaşmasını, 10 Ağustos 1920’de Sevr’de Osmanlı devletine kabul ettirdiler. Anlaşmaya göre; Boğazların kontrolü uluslararası bir komisyona verilecek, İzmir ve çevresi 5 yıl süreyle Yunanistan’ın himayesine bırakılacak Doğu Trakya Yunanistan’a bırakılacak ve Ermenistan devleti kurulacak, Kürtlere özerklik tanınacaktı. Sonuç olarak baktığımızda Türklere küçük bir bölge bırakılacaktı.1 

Yurtta ve cihanda barış ilkesi Türk milli politikasının temel niteliğidir. Milli menfaatlerini korurken devletlerinde çıkarlarını gözetmektir. Lozan sonrasında dış politikada uluslararası toplantılara katılma, devlet başkanları seviyesinde ziyaret gibi faaliyetler yerine getirilmiştir. İki savaş arası dönemde, bağlantısızlık politikası yürütülmüştür.2 

1919-1923 yılları arasında izlenen siyasi politika tam bağımsızlık ve çağdaş devletler seviyesine ulaşmak aynı zamanda güvenlik ortamını oluşturarak Bağımsızlık savaşı için gerekli yardımlara ulaşmak olmuştur. Dış politikada esas öge güç dengesini gözetmek ve esaslı bir yol izlemek olmuştur. Politikada üstünlük ve devletler nazarında tanınma stratejisi izlenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk her zaman denge siyasetinde realist bir tavır takınmış ve hayal unsurlarına yer vermemiştir.1923-1932 arası dönemlerin siyasi çerçevesi incelendiğinde  Lozan antlaşmasından kalan sorunların etkisi altında kalan bir dış siyaset modeli ortaya çıkmaktadır. Lozan Konferansında Türkiye topraklarında kalan Rumlarla Müslümanların değişimi meselesi ele alınmış ve bu konuda protokol imzalanmıştır. Tek Tek devletlerin Türkiye’ye karsı izlediği politikalar peşin sıra gelmektedir.15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in Yunanistan tarafından işgali ile başlayan dönem,1921 tarihinde başlayan Birinci İnönü savaşına kadar devam eder. Düşmanın zayıflatılmaya aynı zamanda yavaşlatılmaya ve düzenli ordunun kurulması için zaman kazanılmaya çalışılan dönemdir.3 

Denge politikasının temelini oluşturan hususlar arasında savunma evresi olarak adlandırılan Birinci İnönü savasının başlangıcı ve bunun tekabülünde Sakarya savaşının kazanılması ile biter. Sakarya savaşının kazanılması ile birlikte savunma safhası sona ermiştir. Genel bağlamda 1920-1930 evresi Tarihi dönemleri birbiriyle siyasi mücadele halinde gelen iki devleti karşı karşıya getirmiştir. Bu devlet Sovyet Rusya’dır. Karşılıklı oluşan zaruri koşullar iki devleti birbirine yaklaştırmıştır. Almanya’nın batılıların yanında yer alma ihtimali Rusya’yı Türkiye’ye yaklaştıran temel hususlar arasındadır.17 Aralık 1925’ te Türkiye ile Sovyetler birliği arasında Dostluk ve saldırmazlık anlaşmasının imzalanması sonucunu doğurmuştur. Batılılarla temas Atatürk’ün batıya olan güvensizliğini arttırmıştır. Buna karşılık doğulu komşularla temasa özen göstermiştir. Dış politika olarak Atatürk’ün denge siyasetini anlamak adına barışçılığın esas alındığı ve bu bağlamda Hatay, Musul Meselelerini bir savaş nedeni olarak saymaması örnek oluşturacak mahiyettedir. Türkiye’nin savaşın bir uluslarası politika olarak güdülmesine karşı olduğunun bir göstergesi de 27 Ağustos 1928 Tarihli Briand Kellog Paktını imzalamasıdır4 

1929 Ekonomik bunalım ise devletleri temelden sarsan bir kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bunalım süreci peşinde bazı sorunları da getirmiştir bu sorunlar arasında en önemli olan ideolojik çatışmalar ve siyasi gerginlikler olmuştur. Hitler’in iktidara gelmesiyle başlayan bu çalkantılı süreç Lozan antlaşmasının sağladığı güvenlik sisteminin sonunu getirmiştir. Aynı zamanda ekonomik anlamda yaptırımlarda uygulanmıştır. Çünkü Atatürk kalkınmayan bir ekonomiye sahip bir devletin siyasette etkin bir güç olamayacağını biliyordu. Atatürk’ün denk bütçede ısrarlı olmasının nedeni, hazinenin yurtiçinde ve yurt dışında güven kazanmasını sağlamak içindi.6 Aynı zamanda taviz verilmeyen konuları da belirtmek gerekir. Vatanın menfaatlerini gözetmek ve milleti en az zarar ile içinde bulunan siyasi kargaşadan çıkarmaktır. Atatürk dönemi esas alındığında dengeden daha çok bağımsız bir dış politika vardır.7 1.Dünya Savaşının mağlup devletleri ideolojik fikirlerin yaygınlaştığı ülkeler haline dönüşmüşlerdi. İtalya’da Benito Mussolini’nin Almanya’da Adolf Hitlerin iktidara gelmesi dünya dengelerini bozan önemli gelişmelerdir. Devletlerin yayılmacı politika izlemesi ve bunun sonucunda İtalya’nın Akdeniz üzerinde iddialarda bulunması, Türkiye ve Yunanistan gibi henüz bağımsızlık savaşı sırasında karşı karşıya gelmiş İki Akdeniz Ülkesini endişeye sürükleyerek, ulusal anlamda güvenliklerini koruma maksadıyla hareket edip ittifak yapmaya yöneltmiştir. Türkiye ve Yunanistan ilişkileri 1928’de iyi anlamda gelişme göstermiştir. Bu durum İtalyan tehdidi karşısında Balkanlarda bir güvenlik ittifakı tesis edilmesi arayışını başlatmıştır. Balkan coğrafyasının Atatürk için büyük önemi vardı. Atatürk Selanik’te doğup büyümüş bu bağlamda Balkanlarda siyasi istikrarın kalıcı olması konusunda Atatürk’ün duygusal bir hassasiyet taşıdığı öne sürülebilir. Atatürk sadece Türk dış politikası üzerine dengeyi sağlamak için yoğunlaşmamış aynı zamanda Türkiye karşıtı bir bloğun oluşmasını önlemek için doğudaki devletlerle ittifak arayışları olmuştur. Bu bağlamda Sadabat Paktı Türkiye’nin politik varlığını sürdürebilmesi için öncülük ettiği bir strateji olarak varlığını sürdürmektedir. Bu pakta Atatürk çok önem vermiştir uzun vadede mazlum milletler olarak tanınan dünya ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanacaklarını düşünmüş bu vesileyle Türkiye antiemperyalist söylemleri dış politikada oluşturduğu güvenli izlenim ve ittifaklarla hizmet eden bir araç olarak kullanmıştır.

Sonuç 

Yeni bir Türk devletinin kurulabilmesi için, mücadelenin her şeyden önce büyük devletlere karşı yürütülmesi gerekmektedir. Türkiye cumhuriyeti birçok olgunun bir araya gelmesiyle modern bir organizasyonu oluşturur. Bu bağlamda dış güçlere ve yurt içinde daimi hedefi “Yurtta sulh cihanda sulh” beyannamesiyle savaşlar en son çare olarak görülüp sadece vatanın bütünlüğü tehlikeye girdiği zaman başvurulan bir politik unsur olmuştur. Dış güçlere karşı her zaman denge politikası güden Atatürk yeni devletin siyasi filizlenmesini böylelikle başlatmıştı. Atatürk modern ilerici ve laik bir ulus devlet ihdas etmek için politik reformlar gerçekleştirdi. Yabancılara tanınan ekonomik imtiyazlar kaldırıldı, demiryolları milli hale getirildi seküler ve bilimsel eğitim esas alındı ülkede yabancı tesiri minimuma indirmek için caba sarf edildi. 1920-1930 döneminin politikasına genel olarak baktığımızda yabancı devletlere benliğimizi tanıtmak ve kabul görmek, devamında gelen süreçte ise vatani bütünlüğümüzü muhafaza etmek olarak tanımlayabiliriz. 

 Kaynakça 

  • BAŞARAN, Doğacan, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasında Savunmacı Realizm Anlayışı Ve Üçüncü Dünyacılık”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.2, S.1, 2020, s.88- 89 
  • BOLAT, Mahmut , “Genel Hatlarıyla Atatürk Dönemi Türkiye’nin İkili İlişkileri”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Programı, C.7, S.1, 2006, s.50-52. 
  • BIYIKLI, Mustafa, “ Kaynakçalı ve Açıklamalı Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası Kronolojisi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S.22, 2008, s.30. 
  • ÇAĞLAR, Günay, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Temel İlkeleri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15, 2000, s.319. 
  • SEMERCİOĞLU, Harun, “Atatürk Döneminde İzlenen Bölgesel Güvenlik Politikası”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C.16, S.2, 2015, s.51-58 
  • TALAS, Mustafa, “Örnek Bir Dış Siyaset Modeli Olarak Atatürk’ün Yurtta Barış Dünyada Barış Politikası”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, C.5, S.15, 2004, s.349. 
  • UYAR, Hakkı, Atatürk Dönemi İç Politikası 1920-1938, Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Anı Yayınları, Ankara 2006 
  • ULUSOY, İzzettin, “Atatürk Dönemi İktisadi Kalkınma Modeli”, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.1, S.2, 2017, s.111.
Resim - https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/buyuk-onder-ataturkun-ebediyete-intikalinin-82nci-yili/2036816

BATI MÜZİĞİNDE BAROK DÖNEM (1600-1750)

   

Muhammet KUDU

 Yaklaşık tarihlerle operanın doğuşundan(1600 yılı) Bach'ın ölümüne kadar (1750 yılı)  süregelen Barok Müziği, müziğin gelişimi açısından oldukça önem arz etmektedir. Barok Müzik İtalya' da doğar ve İtalyan Bestecilerin etkisinde gelişir.  Venedik, Floransa, Napoli ve Dinsel Müzikle ilgili olarak Roma bu dönemde ayrı birer müzik merkezidir. 1500'lü yılların ortalarından 1650 lira kadar İtalyan etkisi hissedilir, daha sonra Fransa'da ulusal müzik gelişim gösterir. Almanya ise 30 yıl savaşlarında yıprandığından dolayı Barok dönemin sonuna doğru önemli bestecileri yetiştirir. 

  Rönesans'la birlikte kilise sınırları dışına çıkan sanatçılar dış dünyada yeni destekçiler ve sanat koruyucuları ararlar. Soylu aileler sanatçılara maaş bağlar. Soylular kendi orkestra ve operalarının kurarlar. Fransa'da 14. Lois'in sarayı , İngiltere, İspanya, Almanya ve küçük İtalyan sitelerinde papalar, imparator ve krallar müziğe destek olurlar. 

    

    Galileo ve Newton gibi bilim insanlarının bilim ve matematik üzerini keşifleri yeni icatlara yol açar. İlaç madencilik denizcilik endüstri gelişir. Bu dönemde soylular egemenliklerini giderek artırırlar. Halkın aşağı katmanlarını sıkıntılarını aldırmadan şatafatlı hayatlar yaşarlar. Krallıklar son yıllarını yaşamaktadır çünkü halk kitlelerinin mutsuzluğu Fransız devrimine yol açacaktır. Krallıklar ve imparatorlukların güvenilirliği azalacak kamu yönetimi kavramı önem kazanacaktır. 1700 lira kadar babadan oğula geçen hanedanlıklar ile yönetilen bourbonlar habsburglar vs'nin baskılarına karşın halk ve Aydınlar özgürlük eşitlik kardeşlik sloganları ile kendi gücünü fark edecektir. 

  BAROK NE DEMEK?

      Bu terim ilk kez Fransız felsefeci Puluche iki ünlü kemancı'nın yorumunu tartışırken birinin yorumu için biçimsiz inci anlamda barok kelimesini kullanır. 1600 1750 yılları arasında üretilen yaptıkların fazla karmaşık aşırı süslü düzensiz ve zevksiz bularak küçük düşürmek için bir sonraki uçağı olan klasik dönem sanatçıları tarafından kullanılır. Barut müzikteki duygusal abartı o dönemde yapılan yüksek ve aşırı süslü katedrallerle paralellik gösterir.

  BAROK MÜZİĞİN GENEL ÖZELLİKLERİ

    En temel kavramlar karşıtlık, Sonarite, yapıtın yürüyüşü, ritim, anlatım ve ruhsal derinlikte kontrast vardır. Soneritede karşıtlık orkestrayı ikiye bölerek elde edilir. Bu konçertonun doğuşunu hazırlar. Karşı karşıya getirilen ayrı tınlardaki çalgılar birbirileri ile savaşırlar. Coşku kahramanlık gizem gibi duyguları anlatmak için kontrast kullanılır.

 GÜRLÜK: Bu olgu Barok dönem boyunca gelişir. Ses düzeyinin alçalıp yükselmesi ve müziğin ifade zenginliği kazanmasını sağlar.

İdeal ses anlayışı rönesans'ta bağımsız seslerin yarattığı çokseslilik iken baruta temel bir bas ve süslü bir tiz sesin sade bir armoni anlayışıyla birleştirilmesinden doğar.

  BASSO CONTİNUO: Sürekli bas anlayışı barut müziğinin bir özelliğidir ve geç Barok döneminde ortadan kalkar.

    Armoni, kadans, durgu ve ritim öğelerinde gelişmeler görülür. Kadans sözün bittiğini belirten güçlü bir duygudur. Armonideki olgunluk bestecilere uyumsuz akorları kullanma şansı verir. Uyumsuz akorlar kromatizm gibi güvenler daha bilinçli olarak müzikte kullanılmaya başlar.

 Major ve minör ses dizileri duvar. 

   OPERA

  Floransa'da Kont Geovanni Bardi'nin sarayı'nda bir grup Aydın Rönesans'ın etkisiyle antik yunandaki müzik durumlarını tekrar oluşturma çabasına girmiştir. Camerata adlı bu grupta şairler besteciler şarkıcı ve çalgıcılar bulunmaktaydı. Yaptıkları eserleri drama permusica  vermişlerdir. Konusunu doğadan alan pastoral şiirler ve madrigal komedileri operanın öncüleri olmuştur.

   Opera sözcüğü italyanca'da Eser demektir. İlk operalar recitatiflerden oluşmaktadır. Bunlar konuşma dilinin ritimsel özelliği vurgulanarak konuşur gibi söylenen, metnin anlamını ön plana çıkaran bölümlerdir. İlk Opera DAFNE'dir.

    ARYA

Belli bir kalıp içinde orkestra eşliğinde söz ve müziğin birleşimidir. Opera, kantata ve oratoryolarda arya çok önemlidir. 

    KASTRATO GELENEĞİ

1700 lira kadar sahnelere kadınların çıkması koruda bile yer almaları yasaktı.

Kadın rolleri için sesi çatlatmadan hadım edilmiş erkeklerin sesi kullanılırdı. Çocuk soprano ya da KASTRATO olarak bilinen bu sesleri göğüs kafesi ve ciğerler gelişim çocuk sesinizi saflığı korunduğu için çok güçlüydü. Parlak bir tekniğe sahiptiler. Çok popülerdiler ve yüksek maaşlara sahiptiler.

 ORATORYO

  17. Yüzyılda önemli biçimlerdendir. Solo sesler ses grupları koro ve orkestra tarafından icra edilen dini drama denir. Kelime olarak dua etmek anlamına gelir. Dolu Opera ile aynı döneme rastlar ve İtalya'da ortaya çıkar. 

   KANTATA

   Barok döneminde ortaya çıkan kantata orta Barok dönemde kilisede ve kilise dışında popüler hale gelir. Önceleri monodi olarak lafta eşliğinde söylenen madrigal gibi ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kant.atanın metni dramatik bir öyküdür. 15 dakikayı asla aşmaz. Bir oda içinde ya da kilisede oynanmak içindir.

 SONATA

   Çalgı ile çalmak için anlamındadır. Latince'de tınlamak ses çıkarmak anlamına gelir.

  SONAT

   Bölümleri olan bir çalgısal biçimidir. Önceleri kilise için sonata da chiesa ve saray için sonata da camera diye iki çeşit sonat oluşur. Barok sonatta 3-6 bölüm vardır. Erken barokta bir veya iki çalgı içindir. Olgun barokta Trio sonata'ya dönüşüp gelişecektir.

  KONÇERTO

  İtalyanca'da karşıtlık zıtlık demektir. Tek bir çalgının tüm çalgı topluluğuna karşı durması ondan ayrılıp kendini duyurması sonra da tekrar birleşmesidir.

KONÇERTO GROSSO

  Barok döneminde çalgı toplulukları için yazılmış en önemli müzik biçimidir. Bir yanda solcular diğer yanda ise büyük çalgı topluluğu bölümü yer alır. İlk olarak 1700 Corelli bu biçimi uygulamıştır.

   SÜİT

  Her biri değişik ülkelerin dansı olan aynı tondaki parçaların karşı tempolarda dizilmesinden oluşur.

  TEMA ve VARYASYON

   Barok dönemin başından sonuna kadar giderek gelişen bir biçimdir. Aynı temanın değişik biçimlerde tekrar yorumlanmasıdır.

  RİCERCARE

   Bölmesiz sürekli akan füg  veya kaanon benzeri yapıtlardır.

   BAROK DÖNEMİ BESTECİLERİ

   Domenico Scarlatti(1685-1717): İtalyan besteci Opera ve kilise müziği eserleri yazmış lmasının yanında en fazla İspanya'da prenses Barbara için yazmış olduğu tek bölümlü 3-4 dakikalık klavsen sonatlar ile bilinir ve klavsen müziğinin babası sayılır. Alessandro Scarlatti'nin  oğludur. Esas sonat biçimi klasik dönemde gelişmiştir ve bu parçalar ileriki formun hazırlayıcıları sayılır. Arpejler süslü geçitler ellerin çapraz duruma geçmesi gibi birçok yeniliklerle piyano müziğini bir çocuğun ismini de hazırlamıştır. Lizbon ve Madrid'de yaşamış Madrid'de ölmüş ve oraya gömülmüştür.

   Guiseppe Tartini(1692-1770): Kendini geliştirmiş bir kişi olan İtalyan besteci ve kemancı tartini günümüzde şeytan trili keman sonatı ile tanınır. Corelli'nin keman tekniklerini yenilerini eklemiş ve tüm Avrupa'da ün kazanmıştır. Din ve hukuk eğitimi almış sonrasında kemana yönelmiştir. Daha hafif bir yay daha kalın teller kullanılması gibi yenilikler de bulunmuştur. 1728 yılında  Padua'da kurduğu Kemal okulu Nardini gibi büyük kemancı bestecilerinin yetişmesine olanak sağlamıştır. 

  Antoni Vivaldi(1678-1743): Barok dönemin temel bestecilerinden biridir. Özellikle konçerto biçiminin gelişmesine önayak olmuştur. Vivaldi 500'den fazla konçerto bestelemiştir. Babası da bir kemancı dır. Kızıl saçlarından dolayı kızıl saçlı papaz olarak anılır. 1700 1740 yılları arasında Ospedale della Pieta'da öğretmen besteci ve şef olarak görev yapmıştır. Vivaldi'nin birçok konçertosu 13.18 yaşları arasında yazılmıştır. Çoğu Venedik için olan 45 operası vardır. 1744 sevgilisi olan şarkıcı Anna Giraud ile Viyana'ya gider ve orada ölür. En önemli eseri dört mevsim keman konçertosu dur.

 Jean Philippe Rameau(1683-1733): Bach gibi müzisyen bir aileden gelmekteydi. Orgcu ve klavsenciydi. Önemli bir müzik kuramcısı ve besteciydi. Yenilikçi bir besteci olması ile büyük lakabı ile tanınırdı. Anlatıcı müziğin öncülerindendir. Daha sonraki izlenince bestecilerin atası sayılır. Bach ve Couperin'in klavye çalma yöntemleri etkilenmiş kitabını incelemiştir.

 George Frederic Handel(1685-1759): Bach ile aynı yıl doğmuştur. Yaşamının son yıllarında o da onun gibi görme duyusunu yitirmiştir. Hiçbir ulusal tarza bağlı kalmayıp zamanının uluslararası nitelikli bestecisi olarak anılır. Eserlerinde Alman ağır başlılığı İtalyan tatlı dili Fransız görkem'i ve İngiliz korallerini birleştirir. 42 yaşından sonra İngiliz vatandaşı olur. Opera oratoryo ve düetleri ile ünlüdür.

  J.D. Bach(1685-1750): batı müziğinin temel taşı olarak kabul edilir. Yaşamı boyunca Almanya sınırlarından hiç dışarı çıkmayan son 250 yılın müziğine yön veren bir bestecidir. Çevresindeki bestecilerden İtalyan sonat ve konçertosunu ve Fransız suit ve üvertür biçimlerini öğrenmiştir. En çok Lutherci kilise için müzik yaptığımdan dini eserleri oldukça fazladır. Kilise kantatları, oratoryolar missalar, pasyonlar ve org müziği günümüze ulaşan binden fazla eserinin çoğunluğunu oluşturur.

  Sonraki klasik dönem bestecileri nden Mozart ve Beethoven en büyük saygı duymuştur. Bach  yaşamı boyunca en ünlü ve popüler besteci değildi ve ölümünden sonra bir süreliğine unutulmaya yüz tutmuştur. Gerçek değerinin yeniden keşfedilmesi 19. Yüzyılda gerçekleşir. Adı bütün Orta Avrupa'ya yazmıştır ve ailesi 200 yıl boyunca önemli müzisyenler yetiştirmiştir. Gençliğinden beri ay ve mum ışığında bestelerini yazmasından dolayı gözleri zayıflar ve 1749 da görme duyusu çok azalır. Temmuz 1750 de 66 yaşında ölür.  

 Bach ve Handel'in Ölümü ve 18. Yüzyılın İkinci Yarısı

   Avrupa'da siyasi ekonomik ve sosyal geçiş süreci olan 1750 ortaların o dönemdeki tüm sanatları etkilemiştir. Amerika'nın bağımsızlığı Fransız ihtilali gibi olaylar dünyaya yeni bir görünüm kazandırmıştır. 1700 lerin sonunda gerçekleşen bu iki olayın hazırlayıcıları 1740'lı yıllardan itibaren ortaya çıkmıştır. Bu gece sürecinde gösterişli Krallık sarayları barut müziğin parıltılı sesleri ile doluydu. Ortamda müzik soylulara heyecanlandırmak ya da duygulandırmak Tan çok sevimli bir eğlence aracı durumundaydı. Bu nedenler çalgı müziğinden çok duyguları daha basitçe dışa vuran Opera ön plandaydı. 1700ler ortalarında uzun süredir müzik dünyasının lideri olan İtalya bu üstünlüğünü kaybetmiştir. Avrupa'nın tüm yollarının kesişme noktasında yer alan eski ve ünlü bir şehir yaklaşık 150 yıl boyunca müzik dünyasının başkenti olacaktır: VİYANA. Sanatçı ve bilim insanlarını 1700'lü yıllarda Viyana'da toplanması Avusturya'nın başkentinde kozmopolit bir ortam yaratmıştır. Fransız zaferi Slav melankolisi İtalyan neşesi Alman ağır başlığı Macar gururluluğu ve İspanyol azameti bir potada erimiştir. 1750 lerde halk operaya duymaya başlar ve çalgı müziği ön plana çıkmaya başlar. Bu çağda soylular gibi davranmaya başlayan zenginler bu çağırdım müziğinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Zenginlerin sayılarında bulunan küçük müzik toplulukları ev sahibi ve ailesinin hizmetçi kadrosunda yer alır. Yaz gecelerinde serenatlar kışta oda müziği dinletileri moda olur. Ev sahipleri viyola çalabilen bir ahçı veya iyi flüt çalması şart olan o da hizmetçisi gibi gazete ilanları vermeye başlar.

    Son dönemlerdeki bu değişiklikler bir sonraki dönem olan klasik döneme bir nevi hazırlık ve geçiş sürecini başlatmaktadır. 

KAYNAKÇA:

KURT SACHS- MÜZİK TARİHİ

İLHAN MİMAROĞLU- MÜZİK TARİHİ

EVİN İLYASOĞLU-ZAMAN İÇİNDE MÜZİK

CAVİD SELANİK- MÜZİK SANATININ TARİHSEL SERÜVENİ

AHMET SAY- MÜZİK TARİHİ

19 Temmuz 2021 Pazartesi

                                 1853-1856 Kırım Harbi 



 Emine Naz GÖZÜKAN* 

 Özet: 1853-1856 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası arasında gerçekleşen adı geçen bu harp 19. Yüzyıl Dünya Tarihinin en önemli hadisesi olmuştur zira bu harple birlikte dönemin büyük devletleri mücadelede karşı karşıya kalmış ve sonucunda 19. yüzyılın en büyük problemli devletlerinden birisi olan Çarlık Rusya devletinin yaklaşık olarak 3 asırdan beri devam ettirdikleri Osmanlı devleti üzerinden sıcak denizlere ulaşma hayallerinin önüne set çekilmiştir. 

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Çarlık Rusya, Kırım, Kutsal Yerler Meselesi, Sivastopol

                                                                           Giriş

Asya topraklarında büyük bir alana sahip olan Rusya buna ters bir şekilde deniz konusunda oldukça şanssız bir konumdadır zira bulunduğu bölge Kuzey Kutbunda olup ülkenin etrafı Kuzeyde buzla kaplanmış soğuk Baltık denizi, Güney de ise dönemin güçlü imparatorluklarından biri olan Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan Karadeniz ve Doğu Akdeniz bulunmaktaydı ve Rusya’nın hem ekonomik hem de askeri alanda güçlenmesi adına Güney denizlerine inmesi gerekmekteydi. Rusya’ya bu konuda engel olan en önemli konu Güney denizlerine giden yolda bulunan İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının da güney komşusu olan Osmanlı devletinin hakimiyetinde olması ve devletin ticaret dışında askeri gemi geçişlerine izin vermemesidir. Rusların sıcak denizlere inme konusundaki bu ısrarcı politikasının mimari olan Çar Petro Rusların sıcak denizlere inme politikasında güvenli bir şekilde yol katetmesinin Osmanlı devletinin ortadan kalkması yoluyla olacağını belirtmiştir. Petro ile başlayan sıcak deniz politikası onun halefleri ile de devam etmiş olup 19. yüzyılın ortasına kadar varlığını sürdürmüştür.1 

  Savaş Öncesi Avrupa ve Osmanlı Devletinin Genel Durumu 

 1803 tarihinden 1815 tarihine kadar Avrupayı kasıp kavuran Napolyon savaşlarının ardından Avrupa’nın dengesinin sağlanması ve devletler arası bir barış yapılması gerekiyordu. Bu gerekçe ile oluşturulan Viyana Kongresinin en temel amacı Fransa’nın bozduğu Güçler Dengesini eski haline getirmekti. Viyana kongresi kararları gereği bazı ülkeler kendi arasında beşli bir ittifak söz konusu olmuştur. Kongrede her ne kadar bir uyum ittifakı kurulsa da Fransız ihtilalinin ortaya çıkardığı milliyetçilik olgusu tüm Avrupa’yı sarmış isyan hareketleri baş göstermişti. Avrupa kıtasının dört bir tarafında başlatılan isyan hareketleri İtalya, Polonya gibi yapılar kendi milli birliğini korumaya yönelik faaliyetlere yöneltmişti. Kırım savaşı vuku bulmadan evvel Osmanlı devletinde yaşanan olaylara değinecek olursak Osmanlı devleti milliyetçilik hareketinin ortaya çıkardığı isyan hareketlerinden etkilenmemek adına birtakım modernleşme yoluna gitti. Osmanlı devleti artık dönemin büyük güçlerinden biri değil kuzeyde büyüyen rakibi Rusya’ya karşı güçlenmeye çalışmaktaydı. 19. asrın ilk yarısına doğru devlet orduyu batı tarzında modernize etmenin yollarını aramaktaydı. Bunun dışında devlet ekonomik anlamda da sıkınıtlı bir dönemdeydi. İhtilalin ortaya çıkardığı milliyetçilik olgusunun yanında Kanuni döneminde Fransa’ya tanınmış kapitülasyonlarda sıkıntıya neden olmaktaydı. Fransız ihtilanin ardından ortaya çıkan milliyetçilik akımı Balkan topraklarını karıştırmış Yunanistanın 1829 yılında bağımsızlığını kazanması ile başlayan süreç isyanların ve dış ülkelerle yapılan anlaşma yapmalarına neden olmuştu.

 Savaş Öncesi Rusların ‘’Hasta Adam’’ Tasviri 

İstanbul daima Rus imparatorluğunun elde etmeyi amaçladığın bir kent olmuştur. Rusların İstanbul kentini elde etme isteklerinde bu durdurulamaz arzu nitekim oranın Bizans devletinin merkezi olması ve Rusların kendilerini III. Roma devleti olarak görmelerinden ileri gelmekteydi. Bu sebepten İstanbul dönemin Rus Çarı Nikola için vazgeçilmez bir konumdaydı ayrıca Ruslar o dönemlerde Osmanlı Devletini ‘’Hasta Adam’’ olarak görüyor ve diğer Avrupalı devletlere de aşılamaya çalışıyordu. ‘’Hasta Adam’’ fikrine karşılık İngilizler Rusların teklifine ne olumlu ne de olumsuz bir cevap vermemesi üzerine Ruslar bu sefer İngilizlerin Fransızlar ile olan rekabetinden fırsat bularak Türkiye topraklarını paylaşmak için İngilizlere yöneliyordu. 19. yüzyılın ilk dönemlerinde Osmanlı devletinde iç karışılıklar ve dış baskılar sebebiyle varlığını korumaya çalışırken Ruslar askerlik alanında oldukça ilerleme göstermiş, karşılaştığı Macar ihtilalini bastırılması ile Çar Nikola harekete geçmeye karar vermişti fakat düşünemediği bir durum vardı ki o da Türkiye konusunda İngiltere ve Fransa arasında bir dostluk olabileceğinin öngörülmemesiydi. Çar Nikola 9 Ocak 1853 tarihinde İngiltere’ye Türk toprakları konusunda Petersburg İngiltere temsilcisi Seymour ile görüşme ayarladı. Savaş öncesinde Rusların yapmış olduğu en büyük hata daha savaş başlamadan güçlü devletlerden olan Fransa’nın da destek verebileceğini fark edemeyişi olmuştu.

    Savaşa Neden Olan Mühim Hadise 

     Makâmât-ı Mübâreke Meselesi 

 15. yüzyılın sonlarında birbirleriyle temas haline geçen Osmanlı devleti ile Çarlık Rusya ilerleyen zamanlarda dostane ilişkiler kurduğu gibi çokça zaman da birbirleriyle rekabet haline girmişlerdir. Osmanlı devleti ve Çarlık Rusya arasında toplamda 11 defa savaş yaşanmıştır ve çalışmamıza konu olan 1853-56 Kırım Harbi gerçekleşen savaşların en mühimidir zira savaşın sonuçları yaklaşık olarak 3 asırdan beri devam eden Rusların sıcak deniz politikasından vazgeçmek zorunda kalmalarına neden olmuştur. Savaşın başlama sebeplerinden biri Kutsal Yerler Sorunudur. 1847 yılında bir Ortodoks ayini sırasında kaybolan bir yıldız sebebi ile başlayan Ortodoks- Katolik gerilimi 1852 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan kesimlerin himayesi sorununu da peşinde getirmişti. Hıristiyanlık dininin Katolik kolunu Fransa Ortodoks kolunu da Rusya himaye ediyordu ve Osmanlı devleti kendi topraklarında yaşamakta olan mezhep farkı bulunanların haklarının korunması için iki devlet arasında kalmıştı. Yaşanan bu durum Ruslar tarafından Osmanlı devletinin iç işlerine karışmaya kalkmasına neden oldu. Rusların 1853 Şubat ayında Osmanlı devleti ile Ortodoks zümreler için yapmaya çalıştığı görüşmeler sonucunda savaşa giden süreç hızlanmıştı
 

1853-56 Kırım Harbi 

Kırım Savaşının temellerinin atılmasında Romanya’nın rolü oldukça önemlidir. 19. yüzyılın ilk yıllarında iki defa Ruslar tarafından ardı ardına saldırıya uğrayan bu ülke Fransız ihtilali sonrası ortaya çıkan milliyetçilik ideolojisine uyup bağımsız olma yolunda hareketlenmekte idi ama aynı zamanda bu ülke siyasi olarak hem Osmanlının hem de Rusya’nın vassalı idi. 1848 yılında Ruslara yönelik yaptıkları isyan başarısız olunca isyan hareketleri bir nebze olsa da azalmış bu tarihin ardından 1849 yılında imzalanan Balta Limanı anlaşması ile de ülke üzerindeki Osmanlı- Rus hakimiyeti daha da aktif olarak Romanya’nın özerklik hakları ellerinden alınmış olsa da ilerleyen zamanlarda Rusların Macar, Eflak ve Polonyalı mültecilerin Osmanlı devletine sığınması üzerine Osmanlı devletine savaş açmıştır. Gerçekleşecek bu savaşta İngiltere ve Fransa daha en baştan tarafını belli ederek Ruslara karşı Osmanlı devletine donanmalarını desteğe yollamıştır ve savaş kaçınılmaz bir hale gelmiştir.5 Savaşın başlama nedenine bakıldığında görünen sebep Rusların Kutsal Yerlerde yaşayan Ortodoks vatandaşlarının himayesinde Osmanlı devletinin iç işlerine karışması gösterilse de esas sebep daha da farklıdır. Savaşın çıkmasının sebeplerinden biri elbette Rusların devletin iç işlerine karışmaya yönelik hareketleri de sayılmaktadır ama bunun yanında diğer Avrupa’nın büyük güçlerinin kendi arasında yaşadığı denge siyasetidir. ‘’Hasta Adam’’ imajı ile Türk topraklarını paylaşmak isteyen Rusya’nın daha fazla büyümesinin kendi çıkarlarına zararlı olacağını düşünen İngiltere ve Fransa Boğazlarda Osmanlı hakimiyetinin Rus hakimiyetinden daha faydalı olacağını düşünerek Rusları Boğazlara ve Akdenize yaklaştırmamayı hedeflemekteydi. Ruslar savaş öncesinde çıkaracakları savaşta kendilerine destek olması adına İngiltere ile yaptıkları görüşmeler ilerleyen zamanlarda ikili tarafların zıt görüşlerde bulunmalarından dolayı Rusya ve İngiltere iki ayrı kutupta yer almışlardı.6 İngiltere ile çıkarlarının çatışması Rusya’nın çıkacak savaşta müttefiksiz kalmasına neden olabilirdi. Fransanın da Rusya müttefiki olması Rusları daha savaş öncesinde yalnız bırakıyordu. 

Harbin Başlaması 

Rus Çarı Nikola 26 Haziran 1853 tarihinde Ortodoks zümrelerini bahane ederek Romanya topraklarına girdi. Savaş başlangıcında Rusya Osmanlıyı Balkan Ortodokslarının hakkını koruyamadığını ileri sürerek devletin daha önce imzaladığı Küçük Kaynarca antlaşması maddelerine riayet etmediği gerekçesi ile başlattığı savaşında haklılık olduğunu göstermeye çalıştı. 7 Rusların Balkanlara girmesinin ardından Osmanlı devleti ilk olarak Balkanlarda onlara nasıl karşı koyacağını nereden karşı koyacağını düşünüyordu. Rusların Prut ve Tuna nehirlerine yönelik yaptıkları herhangi bir hareket kesintisiz bir savaş sebebi olarak sayılacaktı ve Osmanlı derhal onlara karşı koyacaktı. Devlet bu kararı alırken İngiltereye de danışarak onlardan gelebilme ihtimali olan zıt görüşü kesmek istemişti. Yapılan keşifler sonucunda Rusların Eflak topraklarına girdiği anlaşılınca Rusların önüne çıkmak için iki seçenek belirlendi. Birinci seçenek; Sırbistan üzerinden Sofya ve Filibe toprakları vasıtasıyla ya da ikinci seçenekteki gibi Sırbistan içinden Bosna Hersek vasıtasıyla Rusların karşısına çıkılacaktı ama savaşın Osmanlı topraklarında sınırlı kalması kararlaştırıldığından Rusların da Sırbistana girmeleri engellenmeliydi. Rusların ana hedefinde İstanbul vardı ve onların İstanbula ulaşabilecekleri üç noktaları bulunuyordu. Osmanlı devleti bu üç yolu belirleyip savaş planını ona göre gerçekleştirmişti. Rusların kullanabilecekleri üç yoldan biri Karadenize en yakın yer olan Babadağ, ikinci yol Balkanlardan Edirne, üçüncü yol ise NiğboluPlevne yolu olarak belirlenmiştir.8 Osmanlı devleti bu savaş esnasında Avrupa’nın iki büyük devi İngiltere ve Fransa’nın kendisini yalnız bırakmayacağını biliyordu zira iki devlette Boğazlarda Rus gücünden hoşlanmazdı. Adı geçen bu Avrupalı devletlerin Osmanlı devletine çıkarsız yardım etmeyeceği aşikardı ve onların Osmanlıdan beklediği karşılık ülke içerisinde tüm kesimleri içine alan reform hareketleridir. Osmanlı devleti 12 Mart 1854 tarihinde devlet İngiltere ve Fransa desteğini almak adına kendilerinden istediği reform hareketlerini başlatacağına dair İstanbul Antlaşmasını imzaladı. Antlaşmanın imzalanmasının ardından İngiltere ve Fransa Osmanlıya yardımlarını geciktirmemiştir. Ruslarla karşı karşıya kalan bu üç güç bir hayli uzun savaşlara girmişlerdir. Bu savaşlardan Sivastopol önlerinde yapılanı tam bir yıl sürmüştür. Sivastopol önlerinde başta Fransa 30,000, İngiltere 21,000, Osmanlı devleti de 6,000 kişilik ordu ile mücadele ederken ilerleyen zamanlarda asker sayısını iki katına çıkarmışlardır. Gerçekleşen savaşlarda her iki taraftan da kayıplar verilmişti.9 11 ay süren muhasara sonunda Sivastopolun ardından Ruslar bu sefer de Eupaterya’ya saldırı hareketi gerçekleştirmişse de Ömer Paşa kumandasında dövüşen Türk ordusu bu saldırıyı püskürtünce Rus ordusunun bozguna uğradığı haberi Çar Nikolayı derin bir hüzne boğmuş ve hastalanıp ölmesine neden oldu. Bozgunun ardından Fransızların da desteği ile 28 Eylül 1855 tarihinde Sivastopol tümüyle kurtarılmış oldu ve barış görüşmeleri dönemine geçildi.

1856 Paris Barış Görüşmeleri

 Fransa’nın Paris şehrinde yapılacak olan barış görüşmeleri 25 Ocak tarihinde başladı. Fransa adına Kont Florian Colonna Walewsky ve Baron Bourqueney; İngiltere adına Lord Georg Clarendon ve Lord Cowley; Avusturya adına Kont Boul ve Josef Alexander Hübner; Sardinye adına Kont Cavour ve Marki Villamarina; Prusya adına Manteuffel ve Hatzfeldt; Rusya adına Kont Aleksej F. Orlow ve Baron Filipp I. Brunnov ve Osmanlı devleti adına Sadrazam Mehmed Emin Âlî Paşa, Paris sefiri ve Reşid Paşa’nın oğlu Mehmed Cemil Bey’in katılımları ile gerçekleşti. İlk görüşmelerde Rusya’nın itiraz ettiği maddeler ve Kars ve Besarabya’nın iade etmesi kararlaştırılarak Ruslara başka hiçbir konuda taviz verilmemesi kararı alındı. Barış antlaşması otuz dört madde halinde olup 30 Mart 1856 tarihinde imzalandı. Görüşmelerdeki en zorlu konular toprak meseleleriydi ve bu meseleler halolunca diğerleri de halledildi. Anlaşma neticesinde Osmanlı devleti kağıt üzerinde bir Avrupa devleti imtiyazı elde etti. Avrupaşı devletler ile ayn eşit haklara sahip oluyordu.

Savaş Sonrası Gelişmeler 

Kırım Savaşı Osmanlı Devleti ile Rusya arasında gerçekleşen bir savaş olduğundan baskın bir şekilde Osmanlı ile Rus tarihini, ekonomisini çokça etkilemişse de bunun dışında onlar kadar Osmanlı devletine müttefik olan İngiltere ve Fransa da hem savaştan hem de savaşın getirdiği sonuçlardan etkilenmiştir. Adı geçen bu savaşla Akdenizde kendilerine tehdit olma potansiyeli olan Rusya bertaraf edilmişti. Rusyanın hem Karadenizden hem de Akdenizden uzaklaşması Osmanlı Boğazlarını güvenli hale getirdiği kadar İngilizlerin Hindistan ticaretini de güvne alıyordu. Savaş esnasında kurulan üçlü ittifak savaş sonunda tekrar gerilmişti. Paris Anlaşmasında karalaştırılan Romanya adını alacak olan Eflak ve Boğdan beş büyük devletin ortak hakimiyetindeydi fakat Fransa oranın tek başına olması gereltiğini savunuyordu. Osmanlı İngiltere ve Avusturya bu kararı desteklemezken Rusya bu kararı destekliyordu ve gerçekleşen seçimler sonucudna Eflak ve Boğdan bugünkü Romanya adını aldı. Savaşın başlama sebebi olan Romanya bu sefer de savaşta ittifak olan devletleri birbirine karşı hale getirmişti.

SONUÇ 

1853 1856 yılları arasında Osmanlı devleti ile Rusya arasında gerçekleşen Kırım Harbi 19. yüzyılın en mühim savaşlarından biri olmuştur zira uzun zamandan beri ‘’sıcak denizlere ulaşma’’ hayallerine vazgeçmek zorunda kalmıştı. Küçük Kaynarca antlaşmasının imzalanmasından bu yana Osmanlıyı ‘’Hasta Adam’’ olarak gören Rusya yaşanacak savaşta Avrupalı devletlerin Osmanlı devletine müttefik olabileceğini kestirememiş ve tek başına üçlü ittifakın ordusu ile savaşmak zorunda kalmıştır. Kırım Harbi sonuçları ile birlikte sadece kendi yüzyılını değil bir sonraki asırıda etkilemiştir zira harp sonucunda sıcak denizlere ulaşmada Karadeniz ve Osmanlı ile olamayacağını anlayan Rusya hedefini bir diğer noktası olan Türkistan topraklarına dikmişti. Asıl amacı Hindistana ulaşma olan Rusya hanlıkların işgali ile sıcak deniz siyasetini farklı yollardan deneyecektir. Yaşanan bu hadise Türkistan topluluklarının Rus işgaline uğramasına neden olmuştur. 

KAYNAKÇA 

  •  Keleş, Erdoğan . "Kırım Savaşı’nda (1853-1856) Karadeniz ve Boğazlar Meselesi: The Black Sea and the Straits Question in the Crimean War (1853-1856)". OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi 23 / 23 
  • Çetin, M. ve Kök, R. (Aralık 2016). Kırım Savaşı, emperyal güçlerin dünya savaşı pratiği. Almatı: Avrupa Araştırma Enstitüsü Yayınevi. 11 Kemal Beydilli, ‘’PARİS ANTLAŞMASI’’, 
  • Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2007), 34/169-172. 12 Tufan Gündüz, Osmanlı Tarihi El Kitabı, s. 532 
  •  Kurat, Akdes Nimet. Rusya Tarihi Başlangıçtan 1917’ye Kadar, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014.  
  • Togay Seçkin Bi̇rbudak. "1853-1856 Kırım Harbi’nde Osmanlı - Avusturya İlişkileri". Belleten LXXXII/ (2018): 241-264. https://doi.org/10.37879/belleten.2018.241. 
  • Gündüz, Tufan. Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları,2018. 
  •  Akar, Şevket Kamil – Al, Hüseyin. Osmanlı Dış Borçları Ve Gözetim Komisyonları (1854- 1856), İstanbul: Osmanlı Bankası Arşiv Ve Araştırma Merkezi, 2004. 
  • Acar, Kezban. ‘’ Kırım Savaşı (1853-56) Döneminde Propaganda: Rus Popüler Kültüründe Savaş ve Düşman İmgesi ‘’, Bilig / 88 ( Ocak 2019

İZLE BUTONUNA TIKLA ABONE OL ! Yazılarınızı E-posta Adresimize Gönderebilirsiniz.